30 Mayıs 2006

İsraf ve Lüks

İsrafı en basit haliyle ihtiyaç harici yapılan her tür tasarruf olarak tanımlayabiliriz. Bir insanın ihtiyaç duyduğundan daha fazla yemek yemesi ya da daha fazla elbiseye sahip olması ya da daha fazla zaman harcaması birer israf örneği olabilir. Konu ile ilgili ilk akla gelen hüküm ise A'raf, suresinin 31. ayetidir "…Yiyin için fakat israf etmeyin. Çünkü Allah, israf edenleri sevmez." Bu ayet bizlere israf ile cimrilik arasındaki hassas dengeyi de sunmaktadır.

İnsanın meşru ihtiyaçlarını karşılamasının israf olmayacağı şüphe götürmez. Kuşkusuz ihtiyaçlar her insanın durumuna göre değişiklik arz edebilir. Bazılarına göre lüks ve israf sayılabilecekken bazıları için ihtiyaç sayılabilecek çok şey vardır. Ya da tersi…

Bu çerçevede kişi için israf olanın aynı zamanda lüks olacağını da unutmamak gerekiyor. Örneğin asgari ücretle çalışan bir işçinin cep telefonunun -o da eğer ihtiyaçsa- en ucuzundan olması düşünülür. Eğer bir aylık ücreti tutarındaki bir cep telefonu kullanıyorsa bu israftır. Aynı zamanda lükstür. Fakat lükste sınır yoktur. Aynı işçinin cebinde bir kaç aylık ücreti değerinde de cep telefonu olabilir. En sık karşılaştığım bir örnek olduğundan bu örneği verdim.

Fakat konumu itibarı ile belirli bir standartta yaşaması gerekenler de vardır. Bu durum günümüzde abartılmış da olsa ne yazık ki bu gerçeği göz ardı etmemize yetmiyor. Örneğin bir avukatın iyi giyinmişi makbuldür çoğu çevrelerce. Ofisinin konumu, dizaynı ne kadar lüks ise o kadar değer veriliyor avukata. Hukuki bilgisine göre değer verilen kaç avukat vardır acaba? Bununla beraber bir avukatın da elbette lüksü vardır. İhtiyacının çok çok ötesinde bir tasrrufta bulunması israftan öte lükstür kişi için. Mesela bir kravata 200 YTL vermek lüksün sınırının olmadığının bir başka göstergesedir.

Çılgın tüketim hastalığının körüklendiği bu devirde israfa girmeden yaşayabilmenin çok zor olduğu da bir başka gerçek. Bu noktada yapılması gereken herkes kendi ihtiyacını göz önünde bulundurarak hareket etmesidir. Ayrıca israfın en büyük nedenlerinden birinin de özenti olduğunu unutmamak gerekiyor.

27 Mayıs 2006

Dön Gel Duası

Cenk Ünal'ın blogunda bahsettiği bu dua meğer derin anlamlar ifade ediyormuş. Kur'an-ı Kerim'de "Kur'an'ı sana farz kılan Allah, şüphesiz seni dönülecek bir yere döndürecektir." (Kasas/85) mealindeki ayet "dön gel duası" diye adlandırılırmış.

Bugün, tanıdığım değerli bir Hocaefendi'ye sorduğum bu duanın amacı şu imiş; hacdan dönülürken Mekke'den ayrılan hacılar o kutsal topraklara tekrar dönebilmek amacı ile bu ayeti okurlarmış. Hatta bazı hacılar bunu Harem-i Şerifin sütunlarına hayalen de olsa yazarlarmış.

İlk duyduğumda çok farklı anlamlar yüklediğim "dön gel duası" isminden olsa gerek çok farklı çağrışımlar yapmıştı ama işte doğrusu bu imiş.

Medeniyet

The Times gazetesinin, geçen yıl Irak'ın Hadisa kentindeki evleri Amerikan deniz piyadeleri tarafından basılarak bütün ailesi öldürülen 10 yaşındaki İman Hasan ile yapılmış bir röportajından;

"...Çok korkmuştuk, kımıldamaktan bile çekindik. Ben bacağımdan vuruldum. Buna rağmen dört saat süreyle kımıldamaya ve ses çıkartmaya çekindik. Yakınlarım hemen ölmedi. Askerler gittikten sonra onların inleyerek ölümünü seyrettik..."

"Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar." M.Akif

Minik Dualar

Ertuğrul Erkişi’nin kurduğu 9-12 yaş grubundan oluşan ’Minik Dualar’ müzik grubunun bu kadar tutmasının sebebi ne olabilir? En son duyduğum bir habere göre Tarkan’ın albümünden bile çok satan albümlerine Ağustos ayında bir yenisi daha ekleniyormuş.

Aynı zamanda ilahileri ile de meşhur, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Eğitimi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Emin Ay, Minik Dualar için, "Çok rahatlıkla çocuklara dinletilebileceğini ve bu çalışmaların pedagojik açıdan olumlu sonuçlar verebileceğini düşünüyorum.” demiş. Bakın birileri de ne demiş grup için; “…terör yanlılarının eylemlerinde çocukları kullanıp duygu sömürüsü yapmasından da hiçbir farkı yoktur benim nezdimde..." "..çocukların o yaşta "yağmur yağıyor seller akıyor" gibi şarkılar söylemeleri gerekirken, böyle kendilerini aşan (ki ergen değillerdir henüz) şarkılar söylemeleri benim içime dokunuyor. bilsem ki kendi istekleriyle söylüyorlar, sesimi çıkartmazdım ama biliyorum ki onlara bu şarkıları söylemesi gerektiğini anlatan birileri var. Biliyorum ki birileri onları bu şarkıları söylemeye yönlendiriyor.

Acaba gerçekten yapılan bir duygu sömürüsü mü? Bundan dolayı mı bu kadar çok tuttu bu grup?

Not: Elktronik posta yolu ile bana ulaşarak ilahileri nereden indirebileceklerini soran arkadaşlar için ufak bir araştırma yaptım. Tüm ilahileri indirmek için lütfen tıklayın.

21 Mayıs 2006

Güzide İnsanımızın Piknik Sefası

Burası İstanbul;


Bir tarafta çocuklar oynarken bir taraftan da çimlerin üzerinde mangalını yakıp ortalığı dumana boğan .....!

Kocaman kamyonu ile koca bir şeridi kapatıp parketmiş, piknik yaptığını düşünen "bir yığın" insan!

Burada yazın her pazar mutlaka kaza olur, çünkü bizim güzide insanımız pikniğini yaparken arabasının da yanıbaşında olmasını istediğinden yakınlardaki geniş alanlara parketmezler araçlarını ve yolları daraltırlar.

Hayat Bir İmtihan

Uzun bir aradan sonra Beyazıt kampusu…

Her noktasında ayrı bir hatıramın olduğu bu bölgede olmak bana her zaman ayrı bir haz veriyor.

Ve yine uzun bir aradan sonra sınav heyecanı yaşamak… Doğrusu heyecan da var mıydı, pek kestiremiyorum. Neticede bir sınav havası vardı ama… Elimde kurşun kalemimle, cebimde sınav giriş kağıdımla da olsa…

Sonra… Yine uzun zamandır rastlamadığım o görüntü… Keşke hiç görmeseydim dediğim… Önümden geçen başı kapalı 3 bayanın başlarını açarak sınava girmeleri…

Bugün LES’e girdim.

Sınav öncesi hayatımın bir bölümü film şeridi gibi gözümün önünden geçti. Düşündüm; üniversiteye yeni girseydim, neler yapardım? Kafamdan bir anda geçenler;

• Şüphesiz yine Hukuk okurdum.

• Üniversiteyi zamanında bitirebilmek için gayret ederdim. 2 yılımın heba olduğunu düşündüm.

• Çok kişinin heyecanla beklediği yaz mevsimlerinde eve kapanıp bütünleme sınavlarına çalıştığım aklıma geldi. Tatili bu şekilde geçirmek sıkıcıydı. Şimdi olsa daha çok çalışır, bütünlemeye kalmaz ve hayalini kurduğum yerleri gezerdim.

• Hukuk fakültesinde devam mecburiyeti yoktu. O kadar çok vaktimiz oluyordu ki aslında… Dil öğrenmek için tam zamanı idi. Halen geçmiş değil ama eminim o dönem daha rahat olurdu.

• 20’li yaşlarımın sonunda geçirdiğim talihsiz bir dönemi yaşamamak için daha düzenli bir hayat yaşardım (Elbet kader). Spor yapardım, beslenmeme dikkat ederdim.

Evet, bizim literatürümüzde “keşke”nin yeri elbette yoktur ama bu, geçmişten ders alınmak için dile getirlmiş bir keşkeler listesidir.

18 Mayıs 2006

Tezgah



Bu tezgah tam 97 yıldır tıkır tıkır çalışıyor. İsteyenlere satılabilir.

15 Mayıs 2006

Türkçe

Bir arkadaşım "bagaj" kelimesini "bağaj" olarak telaffuz etmeme güler. Bu nerden aklıma geldi? Bir blogda yazım hataları üzerine yazılan yorumlardan birinde "paragraf" kelimesinin "parağraf" olarak kullanılmış olması konu edinilmişti. Birbirine benzeyen bu iki durum karşısında Türk dili kullanıcılarına bir katkım olur düşüncesi ile kısa bir izah yapmayı uygun gördüm. Bunu burada konu edinmiş olmamdan ötürü özellikle bahsi geçen blogcu arkadaşın blogunda anonim olarak yazan yorumcunun benim olduğumu düşünebileceğinden, peşinen söylemeliyim ki, o yorumcu ile herhangi bir bağım yoktur. Ancak "paragraf" kelimesini yazarken olmasa da telaffuz ederken ben de "parağraf" olarak kullanırım, aynen "bağaj"da olduğu gibi.

Bilindiği üzere Türkçe latin harfleri ile yazılmadan önce arap alfabesi ile yazılıyordu. Yukarıda örneğini verdiğim ve daha bir çok buna benzer başka kelimelerde arapçadaki 'ق' harfine tekabul eden latin harfindeki 'g' harfi osmanlıcada 'غ' harfi ile karşılığını bulmuştur. Bu harfin telaffuzu da şimdiki yumuşak g'ye yani 'ğ' harfine benzer. Dolayısı ile "paragraf" ve "bagaj" kelimeleri Osmanlıcada "parağraf" ve "bağaj" olarak yazılmakta ve kullanılmakta idi. Zaten Türk Dil Kurumu da kelimeleri bu şekilde arayanları "..... yerine aşağıdakilerden birini bulmak istediyseniz tıklayınız" şeklinde yönlendiriyor. Oysa kelime tamamen yanlışsa böyle bir şeye gerek duymuyor.

Varmak istediğim nokta şu; özellikle yabancı dillerden Türkçemize girmiş bulunan bazı kelimelerin Türkçede kullanılış biçimleri yukarıda izah etmeye çalıştığım sebepler gibi çeşitli nedenlerden ötürü değişim gösterebiliyor. Doğru olan "bagaj" "paragraf" olsa dahi kelimenin diğer türlü kullanılması halinde yanlış kullanılmış olduğu kannatinde değilim.

Yeri gelmişken ifade etmeliyim ki, bu blogda yazılan her yazının yazım kurallarına uygun olması için elden gelen gayret gösterilmekle birlikte, hata halinde bu hataların tarafıma elektronik posta aracılığı ile iletilmesinden memnuniyet duyarım.

12 Mayıs 2006

Rızk

Gençliğinin baharında ailesinin bir kısmını köylerinde bırakıp bir kısmı ile dinini daha iyi yaşayabileceği diyarlara hicret etmişti. Gittiği yerde ilim tahsiline başladı. Zaten bir amacı da buydu. Bir cami odasında kalmaya başladı. Günün birinde cebinde 5 parası kalmıştı. Şeytan her anında bunu hatırlatıyordu kendine. Namazda, ibadetinde ve dersinde... Akşam namazını kılarken şeytan yine yakaladı kendini. Namazını tamamladı ve şeytana lanet okuyarak camiden çıkıp kapıdaki dilenciye verdi, kalan o son 5 parasını da. Derin bir oh çekti, hafiflemiş ve şeytanın tuzağına düşmekten kurtulmuştu.

Az sonra kaldığı odanın kapısı çaldı. Alaca karanlıkta yüzü seçilmeyen birinin bir kap yemek getirdiğini gördü. Allah yaptığına bedel akşam rızkını göndermişti kendisine. Şükretti ve geceyi ihya ederek geçirdi.Sabah kalktığında, bu defa kapısında evin zaruri tüm ihtiyaçları için ne gerekiyorsa her şeyin kapısına bir sepet içerisinde bırakılmış olduğunu gördü.(Yaşanmış bir hikaye)

"...Madem rızık mukadderdir ve ihsan ediliyor ve veren de Cenâb-ı Haktır. O hem Rahîm, hem Kerîmdir. Onun rahmetini itham etmek derecesinde ve keremini istihfaf eder bir surette, gayr-ı meşru bir tarzda yüz suyu dökmekle, vicdanını, belki bazı mukaddesâtını rüşvet verip, menhus, bereketsiz bir mal-ı haramı kabul eden düşünsün ki, ne kadar muzaaf bir divaneliktir! ..."

10 Mayıs 2006

Blogculuk

Blogcular üzerine hazırladığım anketin neticesinde 2 kişi neti sevdiğinden dolayı, 6 kişi öğrenmek ve öğretmek kastıyla, 3 kişi içini dökmek için, 4 kişi paylaşmak, 1 kişi vakit geçirmek için blogcu olduğunu, 3 kişi ise amacının başka olduğunu söylemiş. Doğrusu amacının başka olduğunu işaretleyenlerin amaçlarının ne olduğunu merak ettim. Umarım onlar amaçlarını anonim olarak da olsa burada yazarlar.

Önceki yayınlarımdan birinde bir yorumcu arkadaşımız “yalnızlık= net= sanal arkadaşlıklar=mutluluk=kapatılan siteler, bloglar= yalnızlık” şeklinde bir
yorum yazmıştı. Benim kendi kanaatim de blogcuların çoğunluğunda yalnızlık hissinin ağır bastığı yönündeydi. Bu anketi hazırlarken “içimi dökmek için” seçeneğinin çoğunlukta olacağını sanıyordum. Bu kanaate varmamdaki neden, hemen her blogda mutluluğun sırrı, yalnızlık gibi konuların mutlaka işlenmiş olduğunu görmek oldu. Fakat amatörce de olsa hazırladığım anketin neticesinden durumun hiç de benim düşündüğüm gibi olmadığı, katılımcıların büyük çoğunluğunun öğrenmek, öğretmek ve paylaşmak için blogcu olduklarını gördüm.

Ben neden blogcuyum peki? Bunu daha önce
Blog başlıklı yazımda bahsetmiştim.

Yalnızlıktan bu kadar bahsetmişken Atilla İlhan’ın Ayrılık Sevdaya Dahil adlı şiirinden de bir parçayı ekleyelim;

yalnızlık
hızla alçalan bulutlar
karanlık bir ağırlık
hava ağır toprak ağır yaprak ağır
su tozları yağıyor üstümüze
özgürlüğümüz yoksa yalnızlığımız mıdır
eflatuna çalar puslu lacivert
bir sis kuşattı ormanı
karanlık çöktü denize

yalnızlık
çakmak taşı gibi sert
elmas gibi keskin
ne yanına dönsen bir yerin kesilir
fena kan kaybedersin
kapını bir çalan olmadı mı hele
elini bir tutan
bilekleri bembeyaz kuğu boynu
parmakları uzun ve ince
sımsıcak bakışları suç ortağı
kaçamak gülüşleri gizlice
yalnızların en büyük sorunu
tek başına özgürlük ne işe yarayacak
bir türlü çözemedikleri bu
ölü bir gezegenin
soğuk tenhalığına
benzemesin diye
özgürlük mutlaka paylaşılacak
suç ortağı bir sevgiliyle

7 Mayıs 2006

Lise Yıllarım (3)

Uzun ve yorucu bir yorgunluğun ardından ve işte İstanbul… Bu şehir, otogarı kadar karışıksa diye kara kara düşünüyor Adil. Bu ara anadan babadan memleketten de ayrılmanın verdiği burukluğu da daha şimdiden yaşıyor. Halbuki memleketinde askere giden gençler ayrılırdı anadan, babadan. Kendisi de üniversiteye giderken ayrılmayacak mıydı öyle söz vermemiş miydi sevgili babasına? Bu burukluklarla Sultançiftliği’nde oturan teyzesinin yanına gitmek için yola koyuldu. Teyze durumdan haberdar olduğundan Adil’in geleceğine hazırdı. Birkaç gün burada kaldıktan sonra Adil sebze-meyve halinde çalışan köylülerini buldu ve onların yanında çalışmaya başladı. Yaptığı iş gerçekten çok zordu. E! gecenin bir vakti kalk ve sebze, meyve yüklü kamyonu boşalt. Gerçekten zor bir işti. Ama Adil de zor şartların genci değil miydi? O yüzden de sesi çıkmıyordu bu duruma.

Bir süre sonra Adil Mersindeki küçüklük arkadaşı, büyük amcasının torunu Selman’ın İstanbul’da üniversite okuduğunu öğrenir. Çok geçmeden onunla buluşur ve dertleşir. Selman, Adil’i çocukluktan tanıdığı için onun nasıl biri olduğunu biliyordu. Onun için yapabileceklerini düşünmeye başladı ve harekete geçti bir müddet sonra sevinçli haberlerle Adil’in yanına koştu ve hemen hazırlanmasını okuma kapısının onu beklediğini bu fırsatı kaçırmamaları gerektiğini onu bir dershaneye verebileceğini söyledi. Adil şaşkınlığın içinde sevinci yaşıyordu. Evet artık içindeki o kor alevler olup yanacak ve üniversite yollarını, o karanlık yolları aydınlatacak bir ışık doğacaktı. Hemen hazırlandı ve teyze oğlu eski arkadaşı ile birlikte içinde fazla da bir şey olmayan çantasını alıp kendisi için meçhul olan okuma ışığına doğru yol almaya başladı. Hatta üniversite ve bölüm hayallerine bile başlamıştı içten içten. Sonunda yollar bitmiş ve Selman’ın bahsettiği dershaneye varılmıştı. Ama o da neydi bu duyguyu, beklediğinden başka bir şeyle karşılaşma duygusunu, daha önce tatmıştı, tam üç yıl önce. Ama yine aynı duygu, yine beklediğinden çok farklı bir yer. Selman onu üniversite hazırlık dershanesine getirmeyecek miydi?

(Devam edecek)

4 Mayıs 2006

Saat Saat İstanbul Trafiği

Yer: Boğaz Köprüsü.


Saat: 06:30 – 08:00

Trafiğin canlanmaya başladığı saatler. İş yerinde bir adım öne çıkmış olmanın gazı ile işe erken gitmeye başlayanlar, işkolik müdürler, işgüzar çalışanlar, trafik yoğunluğuna bulaşmak istemeyenlerin saati. Araçlar umumiyetle, Clio, Albea, Brodway, Getz, Fiesta vs. Bunlara Ahmet Beyler diyebiliriz.

Saat: 08:00 – 09:30

Gün içindeki trafiğin en yoğun olduğu saatler. Clio, Albea, marka arabaları ile yolda olan Ahmet Beylere servis araçlarındaki, otobüslerde tıkış tıkış doluşmuşlarla, dolmuşlara tıka basa binmiş, yanındaki yabancı erkeği sanki sevgilisiymiş gibi sarmak zorunda kalmış Ahmet Efendilerin saati. Bir koşturmacadır devam ediyor. İşe geç kalmamak derdi ile.

Saat: 09:30 – 11:30

Bu grubun öncüleri, paralanıp henüz ortadireğin üzerine çıkmaya başlamışların bindikleri araçlardan oluşur; Passat, Vectra, Avensis vs. Saatin yavaş yavaş öğleye yaklaşması ile de Mercedes, BMW ve Jeepler ortaya çıkar. Bu gruba da Ahmet Ağalar diyebiliriz. Sadece sabah iş yerinde olduklarını göstermek için çıkarlar, yoksa vakit öğlen olmuştur aslında.

Saat: 11:30 – 16:30

Doğan görünümlü Şahinlerin cirit attığı, minibüslerin mal sevkiyatı yaptıkları, boş taksilerin gezindiği saatler.

Ve, 16:30’dan sonrası; sabahki trafiği ters çevirmemiz yeter.

3 Mayıs 2006

Süleymanname

Son günlerin en çok konuşulanı hakkında Üstadın bir şiirini sizlerle paylaşmadan edemedim. Üstad bu şiiri 1971 yılında kaleme almış.

Süleymanname

Sen gül diyarının yapma gülüsün!
Aynı yapmacıkla Çoban Sülü’sün!
Yoktur izlediğin bir dava yolu;
Bir bu yan, bir şu yan, büküntülüsün!
Türk’e zıt sermaye merkezlerinden,
Bir zikzaklı yolda hep, güdülüsün!
Milli yekparelik gelmez işine;
Bu yüzden parçalı, bölüntülüsün
Ve devlete mason biraderlerin
Tam da maslahata denk ödülüsün!
Ne sır sendeki bedava oluş!
Problemler içinde en müşkülüsün!
Fikir dağlar boyu kocaman kitap;
Sen de o kocaman kitabın bir virgülüsün!
Böyleyken ustasın gözbağcılıkta;
Cüceler sirkinin baş Herkülüsün!
Gözyaşı ve çığlık vatanında sen,
Hüzün bahçesinin şen bülbülüsün!
Büzülmüş susarken mahzun hakikat,
Davuldan ziyade gümbürtülüsün!
Teokratik rejim olmaz deyip de,
Peşinden müslüman görüntülüsün!
Kolera, vergiler, zamlar, enflasyon;
Bir felaketsin ki, binbir türlüsün!
Gelirsiz giderli bütçelerinle,
Her yıl, milyar milyar köpürtülüsün!
Okka okka vicdan satıl alırsın;
Topuzu altından oy baskülüsün!
Bir gökdelen sanır seni gören göz;
Bilmez ki, temelden çöküntülüsün!
Büyük Kongre, dikiş tutturduğun yer;
Meclise gelince söküntülüsün!
Bağlısın hak bilmez yeminlilere;
Hakkı bilenlerden çözüntülüsün!
Üçbuçuk mebusa kaldı diye fark,
Kimbilir, ne kadar üzüntülüsün!
Millet gökten adam dilensin, dursun!
Ümit fakirinin keşkülüsün!
Kuzum, senin neren Anadolludur?
Türk’ e Amerikan püskürtülüsün!
Farkın şu ki, eski Başbakanlardan,
Sen o belaların son püskülüsün!

Necip Fazıl Kısakürek

1 Mayıs 2006

Rahmetle Anıyoruz

Babamın çok sevdiği arkadaşı ve meslektaşı, benim de bir kaç defa sohbetinde bulunma şerefine nail olduğum çok değerli hocamız Yaşar Tunagür Hocaefendi hakkın rahmetine kavuştu. Allah'ın rahmeti üzerinden eksik olmasın inşallah. Bu fotoğrafı son görüşmemizde 10 Ekim 2004 tarihinde çekmiş idim.