Siyasi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Siyasi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Ocak 2017

Ümitvar olunuz

Türkiye farkında olmadan farklı bir noktaya doğru adeta sürükleniyor. Sürüklenmek olumsuz bir mana çağrıştırsa da her sürüklenme her zaman kötü değildir. Bazen sahile doğru sürüklenir ya, başıboş kalmış bir deniz aracı, işte o misal... Ben böyle görüyorum. 

İnsanoğlu geçmişi çabuk unutuyor. Hatırlar mısınız, 2000'li yılların ortalarında Türkiye sabah akşam laikliği tartışırdı. Hatta ben o dönem laikliğin yılmaz savunucusu Deniz Baykal'a hayret ederdim. Çünkü siyaseten yanlış bir yol tutmuştu. Ne bileyim, insan değer verdiği bir eşyayı rakibiyle kavga ederken saklar değil mi? Onu kendisine silah yapıp onunla karşındakine saldırmak değer verdiğin eşyanın zarar görmesine neden olur. Bilmiyorum, belki elinde başka saldıracağı silahı kalmamıştı, belki bu yüzden sürekli laiklikle saldırıyordu iktidara. En sonunda ne oldu? Laiklik konuşuluyor mu şimdi?

Yılbaşı gecesi gece kulübünde meydana gelen terör eyleminin bundan 10-15 yıl önce gerçekleştirildiğini düşünün bakalım. Şimdi bile çok etkili olmasa da "hayat tarzı" başlıklı ufak çaplı bir tartışma başlatıldı. Aslında Türkiye bu tür tartışmalarla bölünsün ve enerjisini tüketsin diye düşünenler önceden de yapıyorlardı buna benzer eylemleri. Tek fark 39 kişi yerine laikliğin savunucusu olarak kabul edilen ya da etnik kökeni farklı bir gazeteciyi, akademisyeni vs. öldürüyorlardı. Gözleri döndüğü, gerçekleri örtbas etmeleri zorlaştığı, üstelik DEAŞ gibi kullanışlı bir argümana sahip oldukları için artık tek kişiyle yetinmiyorlar. Tek bir eylemle 1 yılı kapatmaya da niyetleri yok.

Ülkemiz muhtemelen tarihinin en büyük terör saldırısıyla karşı karşıya. Hatta terör örgütleri adeta koalisyon kurmuş durumdalar. Ama şükürler olsun ki geçmişte yaşanan örneklerden sağlam ders almışız. Milletimiz bu saldırıları kimin yaptırdığını artık çok iyi biliyor ve oyuna gelmiyor.

Ben ümitvarım. Allah devletimizi, milletimizi muhafaza etsin.

15 Eylül 2014

Eğitimde dayatmalara son!

Artık okula giden bir çocuğum olduğuna göre blogda paylaşabileceğim yeni bir konu daha oluştu. Hoş, bir kaç yıldır zaten ilgi alanımdaydı eğitim konusu, mesela, sert bir başlıkla "eğitim sistemi değişsin" demişim 2 yıl önce.

Geçen hafta kayıt münasebetiyle okula gittim. Okula girer girmez adeta bir dayatma ile karşılanıyorsunuz. İdare katında müdür ve yardımcılarının odalarının bulunduğu genişçe bir salonda bekliyoruz, her bir duvarda Atatürk resimleri... Evet, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı olarak resmi bulunsun ama her duvarda ayrı bir görselinin yer alması, hatta bazı duvarlarda birden fazla yer alması bir dayatmadır ve eğitimimizin hala bir ideoloji üzerine kurulu olduğunun göstergesidir.


Sınıflarda da benzer durum söz konusu. Hatta sınıfın kapısından içeri girmedim ben ama kapı açılınca hemen kapının yanına konmuş ufak bir yazı tahtasında büyük harflerle "ATAM İZİNDEYİZ" diye yazılmış. Okuma yazma öğrenen körpe zihinlere ilk işlenmek istenen şekil bu olsa gerek ki, ilk gün, sınıfa girildiğinde ilk dikkati çekecek noktaya bu yazı yerleştirilmiş.

Hem devlet eliyle din dayatması olmaz deyip hem de bir şeyler dayatılmaya çalışılması doğru değil. Bu durum bir tepki doğurur ve doğuruyor. Ne sevmeyi biliyoruz ne düşmanlığı...

Çağdaş eğitimde dayatma ideolojilere yer olmamalı.

9 Nisan 2014

Suriyeliler

Suriye'de yaşanan hadiseler neticesinde bilindiği gibi Türkiye, çok sayıda Suriyeli mülteciye kapısını açıp misafir ediyor. İlk zamanlar kısa bir süre için ve belirli sayıda geldikleri varsayımıyla çok dikkat çekmeyen bazı problemler zaman ilerledikçe ve sayı çoğaldıkça gün yüzüne çıkmaya başladı.

Öncelikle belirtmeliyim ki Türkiye'nin Suriye politikasını her şeye rağmen doğru buluyorum. Tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan sorularına girmeden Türkiye'nin bazı hataları bulunsa da alternatif politika üretmesinin pek mümkün olmadığı ve mevcut politikayı takip etmek durumunda olduğu kanaatindeyim.

Yazımın konusu bu politika değil. Türkiye'de yaşayan Suriyelilerin doğurduğu sosyolojik bir takım problemlerle ilgili gözlemlerimi paylaşmak istiyorum.

Son dönemde Suriyeli Çingenelerin (Romanlar) artış gösterdiği, bunların da genellikle dilencilik yaptıkları çok açık görülebiliyor. İstanbul'da yaklaşık 5 yıldır ikamet ettiğim bölgesinde hiç rastlamadığım dilencilere rastlamaya başladıysam bu problemin kaynağına inilme zamanı gelmiş demektir. Zira bunun önü erken alınmadığı taktirde sonradan önlenemez daha büyük problemlerin çıkması muhtemeldir. Yine iş yerime yakın bir camide kıldığım cuma namazlarından her çıktığımda 15-20 tane Arapça konuşan dilenci çocukların varlığı yine aynı problemin başka bir semtteki örneği.

Diğer bir problem ise genç Suriyeliler. İşsiz ve 20'li yaşlardaki bu gençlerin enerjilerini harcayabilecekleri bir alana yönlendirilmemeleri halinde yakın bir gelecekte bulundukları yerleşim merkezlerinde adli bir takım vukuatların artacağı endişesindeyim. En son ziyaret ettiğim memleketim Hatay'ın Kırıkhan ilçesinde gece geç saatlerde boş gezinen bu türden gençleri gördüm.

Sorunlar belki sadece bunlardan ibaret değil ancak devletin bu ve benzer sorunlara yönelik bir yol haritasının olup olmadığından emin değilim. Yoksa "böyle sorunlar var, bu Suriyelileri gönderelim başımızdan, gitsinler" düşüncesinde değilim. Yazımı bu duygularla yazmadım. Ancak devletin de bu sorunu görmesi ve çözüm üretmesi gerektiği kanaatindeyim.

7 Nisan 2014

Anayasa Mahkemesi

Bilindiği üzere 2010 yılında yapılan anayasa değişikliği ile Anayasa Mahkemesi'ne (AYM) bireysel başvuru hakkı tanınmıştı. Bu hakkın tanınmasındaki temel neden ise Türkiye'nin Avrupa İnsan Hakları Mahkeme'sinde (AİHM) aleyhe açılan dava sayısını bir miktar azaltmaktı.


Peki bu nasıl sağlanacaktı? Teknik bir konu olmakla birlikte herkesin anlayabileceği bir şekilde izah etmeye çalışalım. AİHM'ye başvurabilmek için ülkemizdeki tüm hukuk yollarının tüketilmiş olması gerekiyordu. Yani yerel mahkemede davayı kaybettiniz, temyize gittiniz, orada da kaybettiniz ve karar bu şekilde kesinleşti. İşte bu kararı AİHM'ye götürmeye hak kazanıyorduk. Ancak anayasa değişikliği ile esasen, bir hukuk yolu daha ihdas edildi ve AİHM'ye gitmeden bir de AYM'ye müracaat edilmesi şartı konmuş oldu. Ancak AYM'ye de müracaat ancak tüm diğer hukuk yollarının tüketilmiş olması şartına bağlandı.

AYM ise son twitter kararı ile kendisini 2010 öncesi vesayet sisteminin getirdiği alışkanlıklarla her konudaki en son söz söyleyici konumunda gördüğünü beyan etti. Zira hiçbir hukuk yolu tüketilmeden doğrudan kendilerine yapılmış bir müracaatı esastan karara bağlamasının anlamı ancak budur. Her ne kadar kendilerini haklı gösterecek bir takım hukuki argümanlar kullansalar da netice değişmiyor.

AYM bu yolu açmamalıydı. Bu yolu adet haline getirirse biz vatandaşlara düşen tek bir yol kalır; tüm hukuki ihtilaflarımızı artık doğrudan AYM'nin önüne götürürüz, o da bu anlamsız davranışının altında ezilir. Bu işin tek çözüm yolu şimdilik bu gibi geliyor bana...

12 Temmuz 2013

Sabır!

Sabrettim. Tam 1 aydır. Her gün önüme aldığım kalem deftere ya da bilgisayara şu Gezi hadisesi ile ilgili bir şeyler yazmaya niyetlendiğimde aklıma fitne bahsindeki hadisler gelince kalemim yazmaya, parmaklarım klavyeye dokunmaya yanaşmıyordu. Sonunda dayanamadım ve yazmaya karar verdim işte.

Yazmıyordum, zira zaten oluşturulan bir ayrılık gayrılığa bir de ben bir şeyler eklemek istemiyordum. Belki bir gün gelir pişmanlıklar ortaya çıkar da "keşke şunları yazmasaydık" demekten korkuyordum. Zaten yeterince ayrıştırıcı cümleler sarf edilirken... Ancak şu Geziciler yok mu? Avami tabirle tam bir gaza gelmişliğin esiri durumundalar. Farkında da değiller. Bunu örnekleyeceğim elbette ama bu durumlarının farkına varırlar mı acaba diye dertleniyorum bir taraftan da... 

Bana bir tane Gezici gösterin de istediği şeyi biliyor olsun.

İlk defa galiba olayların 3. veya 4. günüydü, Gezi destekçisi biriyle telefonda diyalog kurdum. En nihayetinde hükümetin istifasını istiyordu. "Peki seçim olmayacak mı?" "evet" "e kim seçilecek?" "Hayır, bu defa seçilemeyecekler" demişti. Henüz Kazlıçeşme'nin, Sincan'ın gerçekleşmediği günler... Ve de sıcak günlerin psikolojisi ile galibiyet hissi...

Olaylar durulunca Taksim'e gittim. Bir arkadaşımın iş yeri oradaydı ve umreden gelmişti. Umresini tebrik etmek amacındaydım. Bir taraftan da hadiselerin etkisini yakından görmek istedim. Ortak tanıdığımız bir büyüğümüzün henüz 18-19 yaşındaki, oy bile kullanmamış üniversite öğrencisi oğlu da bize eşlik etti. Bu genç kardeşimizin aile büyükleri mevcut iktidara oy vermiş kimselerdi. Kendisi de (halen) mevcut iktidara sempati duyuyordu. Meğer Gezi olaylarına katılmış, çadırlarda kalmış. Tam istediğim şeydi başıma gelen, Taksimdeydim, Gezi'nin adeta kutsanan gençlerinden biriyleydim ve sıcağı sıcağına olayları, görüşlerini dinleyecektim....

Gezi parkına doğru yürürken konuşmaya başladık; önce alkol tüketilmediğini söyledi ama alkol satıcıları vardı dedi. Sonra idrar kokusu olmadığını bahsetti. Tam o sırada polisin izin vermediği Gezi'nin ortasında bulduk kendimizi ve her taraf aradan geçen 3-5 güne rağmen o kötü kokudan geçilmiyordu. Bu o koku değil, değil mi dedim, gülümsedi. İdrar kokusu dendiğinde aklım hep o meşhur Kabataş hadisesine gidiyor ya son zamanlarda, o meseleyi sordum, "yalan, böyle bir olay olmadı burada" dedi, "zaten Kabataş'ta olmuş" dedim, "ha, öyle mi, bilmiyorum" dedi olanca saflığıyla... Yakın tarihe dair bir iki soruma ise genel geçer cümlelerle karşılık verdiğinde 90'lıların zaten herkesçe malum halini onda da görüp acıdım.

O kardeşimizi orada bırakalım. Y nesline bir göz atalım. Benim yeğenlerim var 90'lı. Tanınmayacak bilinmeyecek kimseler değiller. Nihayetinde herkesin evinde veya çevresinde bu nesilden birileri bulunuyordur. Eline bırakın bir kitap almayı, bir gazetenin 3. ve son sayfasından başka sayfasına göz atmamış, kendini ifade etmekte zorlanan, klavye kullanmaktan el yazıları okunmayan, hayatları bilgisayar ekranı ile ÖSYM'nin hazırladığı sınavlar arasında geçmiş bir nesilden bahsediyoruz. Genellemeyi sevmiyorum ama bu neslin bu saydıklarımdan farklı olanı gerçekten de çok azınlık kalır.

Çok zekilermiş, mizah yapabiliyorlarmış; esasen her şeyin mizahla anlatılmaya kalkışılması da bir bakıma kendilerini ifade edememezlikten değil midir? Zaten bir noktadan sonra o mizahların içi boşalmıyor mu? Ortada geriye kalan boş laflar oluyor. Kimse boşuna bu nesli kutsamasın, herkes bu nesilden şikayetçi iken, tam da şikayetçi olunan (dünyadan bihaber, bu yönleriyle saf olmaları) yönleri kullanılarak ortalığa itilmeleri tam bir ahlaksızlık örneğidir.

Gezi meselesinin bir başka noktasına gelirsek; eğer Gezi eylemleri bir direniş ve devrim olacaksa -ki başından bu yana buna inanmadım zira beyaz yakalıların ve sanatçıların şimdiye kadar devrim yapabildiklerine dünya şahit olmamıştır. Bunlar ancak bir devrimin en son kısmında tamamlayıcı güç olabilirler, yoksa itici güç olamazlar. Ayrıştırıcı bir cümle olacak ama yazmadan edemeyeceğim; tabiri caizse Bağcılar'dan, Güngören'den, Zeytinburnu'ndan çıkmayacak bir devrim ateşi hiç bir zaman sonuç alamaz. Etiler'den, Bebek'ten gelen devrimcinin devrim ateşi Bodrum mevsimi başlayana kadar sürer...

Bir noktaya daha değinmek istiyorum. Tayyip Erdoğan'ın dilini diline dolayanlara da şunu sormak gerek; tarihte başarılı olup da sert olmayan, dik durmayan bir lider gösterilebilir mi? Kaldı ki en sert söze karşı bile cevap medeni iseniz yine sözle olur, "biz halkız, biz ne yaparsak yapalım, bize mübah. Otobüs de yakarız, molotof da atarız." Bu mudur sertliğin karşılığı? Sebep sonuç ilişkisine de iyi bakmak gerek ayrıca.

Son olarak olayları ateşleyen sabaha karşı çadırların yakılması eylemini doğru bulmadığımı belirtirim. Ancak bu hadisenin tüm bu olanlara gerekçe teşkil edemeyeceğini belirtmeye gerek yok sanırım.

23 Mayıs 2012

Eğitim Sistemi Değişsin!

Eğitim sistemini sil baştan değiştiren son kanun değişikliği vesilesi ile en çok tartışılan konulardan biri de şüphesiz Kur'an ve siyer eğitiminin seçmeli ders olarak sunulmasıydı. Bu duruma itiraz edenler en çok söz konusu derslerin seçmeli olmasına rağmen devlet eliyle bir dinin körpe zihinlere dayatılması argümanını kullandılar.

Geçenlerde henüz 4 yaşında olan kızımın "en büyük Atatürk" diyerek tempo tuttuğunu görünce öğrendim ki; cümleyi ilkokul 1. sınıfa giden komşumuzun kızından öğrenmiş. Neredeyse 1 asırdır körpe zihinlere dayatılan bu argümana ses çıkarmayıp dayatma dedikleri seçmeli derslere itiraz edilmesi ne kadar da manidar.
30 sene önce ilk okula giderken Atatürk İlke ve İnkılapları başlığı ile CHP'nin 6 okunu bize de dayattıklarını hatırladım birden. Devlet eliyle belli bir partinin zihniyeti körpecik beyinlerimize dayatılıyordu. İstediğimiz kadar çok partiliyiz diyelim; gerçek ortada. Hala aynı şekilde midir bilmiyorum ama eğitim sistemimizin değiştirilmesi gerektiği ortada...

Not: Resim http://www.sosyalistforum.net/mizah/33869-kemalizmin-sartlari.html adresinden uyarlanmıştır.

15 Ağustos 2010

Fehmi Koru'dan Destek

Komplo Teorisi başlıklı yazıma kimseden bir destek veya yorum gelmese de Fehmi Koru'nun da benzer düşüncelerde olduğunu görünce teorimi yabana atmamam gerektiğine kanaat getirdim.

İşte Fehmi Koru'nun ilgili cümlesi;

"Yürüttüğü kampanyanın söylemi ve seçtiği üslup yüzünden kendisinin 'değişimci' yönü tam anlaşılmadan sahneden çekilmek zorunda kalabilir CHP'nin yeni genel başkanı. Belki kendisini birdenbire genel başkanlık koltuğunda bulmasını sağlayanların amacı da budur: Değişimin CHP'ye fazla bir şey kazandırmayacağını ispatlamak.."

Yazının tamamı için lütfen burayı tıklayın.

6 Ağustos 2010

Komplo Teorisi

Bir önceki yazımda komplo teorisinin muhafazakarlara yapıştırılmış bir hastalık olduğunu söyledikten sonra şimdi bu yazıda bir komplo teorisi yazsam ne olur dersiniz? Ama dayanamayacağım ve yazacağım.


Kemal Kılıçdaroğlu CHP'nin yükselen yıldızıydı ve herkes adamcağızda bir cevher var zannediyordu. Deniz Baykal da en yakın çalışma arkadaşlarından biri olan bu zatın esasında kof olduğunu biliyordu. Lakin halkın ve partililerinin de anlaması için "bu adamcağızı geçici bir dönem başa getireyim, hem bu arada dinlenirim, ayrıca referandumda zaten yenileceğiz, bari bu yenilgi de benim üzerimde kalmaz" diye düşünüp küçük bir manevra ile Kılıçdaroğlu'nun önünü açmıştır. Teoriyi biraz daha geliştirirsek; 50 yıllık en yakın dostu Önder Sav ile anlaşarak bu işi yapmıştır ve Önder Sav'a da Kılıçdaroğlu'nun ne olduğunun ortaya çıkarılması için gerekli argümanları sağlamasını tembihlemiştir.

Neden bu teoriyi düşünüyorum?

Dün Balyoz davasına bakacak olan 10. Ağır Ceza Mahkemesinde bir duruşmam vardı. Sabah duruşmasına öğleden sonra girebildim. Haliyle günüm Beşiktaş'taki meşhur adliyenin koridorlarında ve baro odasında geçti. Bir çok meslektaşımla ayak üstü sohbet etme imkanı buldum. Bir çoğu yaşlı ve sol kökenli idi. Fakat Kılıçdaroğlu'ndan hiç memnun olmadıkları gibi, bir kısmı geçici olduğunu, bir kısmı ise Deniz Baykal'ın geri döneceğine kesin gözüyle bakıyordu. Önümüzdeki referanduma ya katılmayacaklarını veya katılıp evet diyeceklerini söylüyorlardı. Bu değişikliklere hayır demek mümkün değil diyorlardı.

Yukarıda yazdığım teori nedense çoğu yaşlı olan meslektaşlarımla yaptığım sohbet sırasında aklıma geldi.

30 Temmuz 2010

Kırılma Anı

Son zamanlarda futbol maçlarına ilişkin yorumları izlerken "maçın kırılma anı" diye bir tabir kullanıldığını sıkça görmeye başladım.Türkiye'de de muhafazakar kesimle solcu-ulusalcı kesim arasında bir kırılma anı varsa o da CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu'nun 27 Nisan e-muhtırasını sonuçtan sebebe varma teorisi ile değerlendirip söz konusu eylemin dönemin Başbakanı ve Genelkurmay Başkanı arasındaki işbirliğinin neticesi olduğunu söylemesidir bence.


Türkiye'nin modern tarihinde muhafazakarlar sürekli bir komplo teorisi üretme merkezi olarak görülmüştür. Her ezilme, itilme halinin arkasında ABD, İsrail, Mossad, derin devlet vs. gibi çeşitli faktörler olduğu düşüncesi dile getirildikçe bu düşünceler ne kadar düzeyli, mantıklı olursa olsun karşı kesimden muhafazakarların komplo teoricisi oldukları söylenir ve bu düşüncelerle dalga geçilirdi.Oysa ilk defa Kılıçdarıoğlu'nun yukarıda bahsi geçen teorisini dile getirmesi ile durum değişmiş ve solcu-ulusalcı kesimin en önde gelen kurumu CHP'nin lideri vasıtası ile komplo teorisyenliği muhafazakarların elinden alınmıştır. Ayrıca yine bu teoriye bağlı olarak mağdur ve mazlum edebiyatını bu kesim yapmaya başlamıştır.

Solcu-ulusalcı kesime şapkalarını önlerine alıp düşünmelerini tavsiye ediyorum.

28 Temmuz 2010

35. Madde

TSK İç Hizmet Kanunun 35. maddesi ile ilgili tartışmalara ben de bir tarafından dalayım diye düşünürken bugün okuduğum bir yazının fikirlerimle örtüştüğünü görmem üzerine yazının linkini paylaşmak istedim.

21 Haziran 2010

Neler oluyor?

Türkiye'de son zamanlarda arka arkaya tatsız vakalar olmaya başladı. Gemi olayından tutun da İran anlaşmasının uluslararası camia tarafından göz ardı edilmesi, bir çok davanın bir çok tutuklusunun göz göre göre tahliyeleri, artan terör olayları... Daha sayamadığımız niceleri...

Peki sebebi nedir?

Bir dostun uyarısı ile dikkatimi çevirdim sebeplerinden biri olabilecek bu fikre; o dostuma göre bu gelişmelerin bir sebebi var ancak sebebin ne olduğunu söylemese de verdiği örnekler açıklayıcı olabilir.

Bilindiği gibi Türkiye, İran, Irak, Pakistan ve İngiltere 1955 yılında Bağdat Paktını kurdular. Amaç Sovyetler Birliğinin Ortadoğu nüfuzunu azaltmaktı bir bakıma ama diğer taraftan da İslam aleminde bir heyecan uyandırmıştı bu süreç. Ne olduysa 1958 yılında Irak pakttan ayrıldı ve süreç dağılma aşamasına girdi. Neticesinde Adnan Menderes'in başına geleni de sanırım zikretmeye gerek yok.

Ardından 1992 yılında yine heyecan uyandıran Karadeniz Ekonomik İşbirliği kuruldu. Türk dünyası bir araya geliyordu. Ancak ne olduysa işlevselliği düşünüldüğü gibi gitmedi ve Turgut Özal bu projeden çok kısa bir süre sonra hayata gözlerini yumdu.

Ve yıl 1996. Yine heyecan uyandıran bir başka birlikteliğin adımı atıldı söz konusu tarihte. D-8 olarak adlandırılan bu birliktelik gelişen 8 ülkenin bir araya gelmesi ve iş birliği içinde olmalarını öngörüyordu özetle. Ne olduğunu yazmaya bile gerek yok sanırım; fikir babası sayılabilecek Necmettin Erbakan hükumetten el çektirildi ve yerine gelenlerin yaptıkları ilk icraat D-8'in faaliyetlerini askıya almaları oldu.

Yıl 2010, Haziran başları; Türkiye, Suriye, Ürdün ve Lübnan Arasında Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi Tesis Edilmesi Hakkında Ortak Siyasi Bildirge yayınlandı. Yine ülke insanlarında heyecan uyandıran bu gelişme henüz taze. Ne olacağını Allah bilir ancak yine bir el sahneye girdi. Ne yapabileceklerini göreceğiz!

10 Haziran 2010

Erken mi?

AYM'nin anayasa değişiklik paketini henüz yürürlüğe girmeden gündemine almış olmasına ilişkin yoruma kalkışmak acelecilik olarak algılanabilir ama sessiz kalmanın da benim kanaatimce haksızlığa taraftar olmak anlamına geleceğinden en azından buradan bir iki cümleyle de olsa kendi yorumumu yapmayı bir görev sayıyorum.

Artık şunu hiç düşünmeden söyleyebiliriz; Türkiye'de "EGEMENLİK KAYITSIZ ŞARTSIZ ANAYASA MAHKEMESİNİNDİR"

Ülkemizde eli silah tutmayan hiç bir güç anayasa değişikliği yapmaya muktedir değildir.

Peki sonuç; 411 vekilin onayladığı değişiklikle ilgli AYM'nin verdiği kararda da düşündüğüm ve etrafımdakilerle paylaştığım bir fikrimi buradan da artık paylaşmalıyım; AYM kararları resmi gazetede yayınlanmak üzere başbakanlığa gönderilir. Kanaatimce başbakanlık gelen kararı yok hükmünde sayıp resmi gazetede yayınlamamalı ve varsa iptal edilen maddeler de dahil, paketi şu anki hali ile referanduma götürmelidir. Aynı yöntemi başörtüsü değişikliğinde de yapmalıydı. Ancak orada değişikliğin uygulanmasına yönelik bir sıkıntı yaşanabilirdi ancak burada referandumun dolayısı ile asli kurucu unsurun varlığı uygulanabilirlilikte sıkıntı doğurmayacaktır. Böylece MİLLET EGEMENLİĞİNE SAHİP ÇIKACAK, başkalarına kaptırmayacaktır.

Hükumetten böyle bir siyasi iradeyi bekliyorum.

25 Mayıs 2010

Değişim?

Yaklaşık 2 haftadır CHP'nin kongresi ile yatıp kalktık. Bu hafta sonu yapıldı kongre ve nihayet bir genel başkan seçildi. Parti içinden ve parti dışından sürekli bir "değişim" söylemidir gidiyor. Genel başkanı cilalama söylemlerini takip etmekte güçlük çekiyoruz. Tüm bunları izledikçe ve değişim dedikçe benim aklıma 14 Mayıs 2000 tarihinde yapılan Fazilet Partisinin 1. Olağan Kongresinde Bülent Arınç'ın o meşhur konuşması geliyor. Değişim ve kongre ve tabi ki hitabet böyle olur dedirten işte o konuşmadan bir kesit;

12 Mayıs 2010

Paket onaylandı

Anayasa değişiklik paketi Cumhurbaşkanlığınca Anayasanın 175. maddesinin dördüncü fıkrası uyarınca halkoyuna sunulmak üzere yayımlanması için Başbakanlığa gönderildi.

Diğer taraftan ise ana muhalefet partisi yürütmeyi durdurmak için Anayasa Mahkemesine müracaat edeceğim diyor. Peki neyin yürütmesini durduracak? Öyle ya, yürürlüğün durması için yürürlüğe giren bir hüküm olması lazım değil mi? Oysa yukarıdaki ifadeden anlaşılacağı üzere henüz yürürlüğe giren bir hüküm yok. Dolayısıyla normal bir hukuk bilgisi ile bile böyle bir talebin mahkemece esasa kaydedilmeden reddedilmeyi; hatta böyle bir talep için ret kelimesi bile uygun olmayacağından, yok sayılmayı gerektireceği bilinir.

Ancak "Burası Türkiye" tabiri en azından şimdilik mer'idir. Türkiye her zaman Türkiye kalacaktır ama gelecekte "Burası Türkiye" ile kast edilenden farklı bir Türkiye olacaktır.

18 Nisan 2010

Anayasa değişikliği

Yaklaşık 2 yıl önce kaleme aldığım bir yazıda Anayasa Mahkemesinin artık tartışılması gerektiğini belirtmişim. HSYK'nın güz kararnamesini çıkaramadığı geçtiğimiz güz aylarından bu yana da HSYK'nın tartışılıyor olmasını memnuniyetle karşıladım. Son iki aydır HSYK başkan vekilinin mesai saatlerini bile artık neredeyse biliyoruz. Adam işe sabah 10'dan önce gitmiyor. Çünkü metruk ve harabe binalarına her gün gazetecileri selamlayarak girmeye başladı. Yaptıkları yanlışlıklar tartışılmalarına sebep oldu. Oysa düne kadar toplumun çok büyük bir kesimi HSYK'nın ne olduğunu ve başkan vekilinin kim olduğunu dahi bilmiyordu.

Kanaatimce iktidar partisi düzenlemeler için gecikti bile. Kamuoyundaki gücünün çok daha fazla olduğu 2007 seçimlerinden hemen sonra veya kapatma davasının akabindeki dönem şimdikinden daha iyi bir sonuç elde edilmesini sağlayabilirdi diye düşünüyorum.

Dün görüştüğüm iktidar partisi mensubu bir milletvekili "biz millet iradesini kullanıyoruz, ortaya bu iradeyi koyduk ve neticesini Allah'a havale ettik, değişiklik kabul edilir ancak edilmezse de biz üzerimize düşeni yapmış oluruz" diyordu. İnşallah millet için hayırlı olur temennisinde bulundum ben de.

Son zamanlarda dikkatimi çeken bir söylem de ana muhalefet partisinin Anayasa Mahkemesi'ne müracaatı için 110 milletvekiline ihtiyacı olduğudur. Bu konuya da bir açıklık getirmek lazım. Anayasada yüksek mahkemeye müracaat edebilecekler açıkça belirtilmiştir, bunlardan biri ana muhalefet partisidir ki bunun milletvekili sayısına bakılmaz, tüzel kişilik olarak müracaat etme hakkı vardır. Bir diğeri de milletvekili sayısının beşte biri olan 110 milletvekilidir. Cumhurbaşkanının da müracaat hakkı vardır ama o konumuz dışıdır. 110 milletvekili şartı ana muhalefet partisi için geçerli değildir.

Asıl değinmek istediğim halkoyuna sunulmadan ya da sunulup onaylanmış anayasa değişikliğinin Anayasa Mahkemesi denetimine tabi tutulup tutulamayacağıdır ancak bu konu ayrı bir yazı konusu oluşturacağından daha sonra yazmayı düşünüyorum.

19 Şubat 2010

Protesto

Son "siyasi" gelişmelerin karşısında ne yapılmalı, edilmeli diye düşünülüyor ya;

Benim kanaatim şu; Erzurum'a özel yetkili savcı sıfatı ile atanan savcıların "HSYK cenderesi altında görev yapmamız mümkün değil, bu görevi kabul etmiyoruz" diyerek adam gibi savcı olduklarını göstermeleri...

Hatta daha ötesi, yargıda toplu istifalar... Neden olmasın?

17 Şubat 2010

Hukukçular devleti

Zamanında yazmıştım, Türkiye bırakın hukuk devleti olabilmeyi, kanun devleti bile olmayı becerememiştir. HSYK'nın bugün almış olduğu karar bu iddiamın en büyük delilidir. Kanunda bile yer almayan bir işlemi hukukla bağdaştırmak mümkün değildir.

En son okuduğum bir haber Erzincan Cumhuriyet Başsavcısının tutukluluk haline itirazın mahkemece oy birliği ile reddedildiğini yazıyordu. Şu halde HSYK bir adım daha atmalı ve yarın ilk iş acilen toplanıp söz konusu mahkemenin üyelerinin yetkilerini elinden almalı ve kendi istedikleri kişileri o mahkemeye atamalıdır.

Türkiye sivil vesayet altına giriyor filan diyenler bakalım bu son gelişmeye ne diyecekler?

15 Temmuz 2009

Özür sırası kimde?

Geçtiğimiz günlerde iki yönüyle tatsız bir olayın yaşandığını hepimiz biliyoruz. İki yönüyle tatsızdı; Topkapı Sarayı'nda şarabın ön plana çıakrıldığı bir konserin yapılması ve bir grup gencin bu yüzden sarayı basmaya kalkışması.

Topkapı Sarayı'nda elbette geçmişten bugüne konser de verilmiştir, alkollü içecekler de tüketilmiştir. Ancak yaşanan olaylara benzer bir hadiseye davetiye çıkartırcasına alkolü ön plana çıkarmanın da hiç bir anlamı yoktur. Ancak buna rağmen yapılan protesto da usulüne uygun değildir.

Neticesi itibariyle olay tatlıya bağlandı. Alperenler İdil Biret'i ziyaret etti ve özür diledi. Ancak olayın bir kahramanı daha var, o da sayın Kültür Bakanı Ertuğrul Günay. Öyle ya da böyle 70 milyonun bakanı olan bir kişinin küçük bir grup hakkında "yaratıklar" tabirini kullanması uygun düşmemiştir. Neticede karşısında yıllardır var olan ve kısa bir süre önce liderlerini elim bir kazada yitirmiş, belki bu yüzden de bu tür hadiseler için kullanılmaya açık olan bir grup var ve bu grubun içindeki bir kaç çürük yüzünden grubun tamamını itham altında bırakacak böyle bir söylemi dile getirme hakkı bulunmuyor sayın bakanın.

İşte bu yüzden de kanatimce özür sırası sayın bakanda.

26 Kasım 2008

CHP'nin çarşaflı açılımı

Benim blogu takip edenler CHP'nin çarşaflılara yönelik son açılımını yadırgamayacaklardır. Bundan tam 15 ay önce CHP ve Türkiye için yeni dönemin nasıl şekilleneceğini acizane kalemimle yorumlamaya çalışmıştım. İşte o yazı; Göbeğini kaşıyan bidon kafalılar!

27 Eylül 2008

Cenaze namazı

Habere göre bir kadın vekil cenaze namazında en önde saf tutmuş, hem de başı açık. Cenaze namazını bir ritüel olarak gören zihniyetin buna ses çıkarmaması gayet normal karşılansa da şayet o cenaze namazında ben cemaat olsaydım namaz kılmazdım ama imam olsaydım, uyarımı yapar buna rağmen kılardım çünkü cenaze namazı kılınan şehidin hiç olmazsa namazı şeklen de olsa kabul olacak biri varsa o da imamın kıldığıdır, diğer cemaatin namazı şeklen kabul değildir.

Yanlış düşünüyorsam Emircan Hocamız düzeltsin.