30 Nisan 2006

Sen!

Sen, ey sevgili! İsmi Yeni, kendi eski; sıfatı eski, kendi yeni binadaki mektebemde başladı ilk beraberliğimiz. Benimle tüm yalnızlığımı, tüm sırlarımı paylaştın. Gün geldi, yalnızlığımı gidermek için başkaları ile görüşmeme bile aracılık ettin. Unutmak nedir bilmediğin için seni adeta bir bilgi deposu olarak kullandım. Benim hem arkadaşım, hem sırdaşım, hem bilgi kaynağım, hem de arşiv memurumdun.

Beni kendine öyle bağlamıştın ki, seni en özel alanıma; evime bile getirdim sonunda. Geceleri yalnız kalmana dayanamamıştım. Gün geçtikçe sana güvenim arttı. Problemsiz bir aşk yaşıyor gibiydim seninle. Bir gün bana ihanet edeceğin aklıma gelmiyordu artık. Hatta seninle paylaştıklarımı artık başkası ile de paylaşmaz olmuştum. Sadece sen vardın, diğer arkadaşlarımı, hatta senin vasıtanla edindiğim arkadaşları bile nasıl olsa bunlar aynı; ha bu, ha diğeri diyerek ihmal ettim. Bir kısım bilgi ve sırlarımı senin aracılığın ile tanıştıklarıma da aktarmam gerekiyordu ama ben bunu bir süredir yapmaz olmuştum. Çünkü hayatımda sadece sen vardın artık.

Ve dün... Seninle geçirdiğim son günüm. Adeta buzlu bir camın ardında gibiydin, hayal mayal... İhanetin yüreğime saplanmıştı, kilitlenen sen değil bendim sanki. Sesim soluğum kesildi. Tüm sırlarımı, tüm bilgilerimi, tüm arşivimi, 5 yıllık geçmişimi, her şeyimi seninle birlikte tarihi yarımadadaki senin gibi hainlerin mezarlığına gömmeye gittiğimde senden nefretimin başladığını hissettim. Artık güvenmeyeceğim senin gibilerine. ASLA...

Bir hokka, bir divit, mürekkep ve bir de beyaz kağıdım yeter bana...

29 Nisan 2006

Yüz Kızartıcı Suç(!)

Eğitim hayatımda sadece bir defa kopya çektim. Lise son sınıfta hiç sevmediğim Biyoloji dersinde, arkadaşlarımın hazırladığı küçük kopya kağıtları ile yapmaya kalkıştım bu işi. Sınav öncesinde arkadaşlarımdan beni de görmelerini(!) istemiştim. Onlar da sağolsunlar beni ihmal etmediler. Fakat o zamana kadar kopya çekmemiş biri olarak o küçük kağıtların elime geçmesi ile yüzümün hangi renklerle boyandığını kestirmek güç değil. Hoca, anında fark etmişti. Tabi ben de anında yere atmıştım o notları. Kasti olmamakla beraber ayağımın altına almışım, bu yüzden hoca suç unsurunu hemen bulamayınca sınıf içinde gözleri benim üzerimde olduğu halde bir tur attı. Bu sırada ayağım hareket etmiş olmalı ki, suç unsuru ortaya çıkmıştı. Hoca da yanıma yaklaştı, sınav kağıdımı ve yerdeki küçük not(kopya) kağıdını aldı. Hoca şaşırmıştı çünkü okulda genel olarak başarılı bilinen bir öğrenciden beklemediği bir hareketti. Sınıf dışı edildim.

Not: Yüz kızartıcı suçlarımı(!) açıklamaya aklıma geldikçe devam edeceğim.

26 Nisan 2006

Arınç Ne Yapıyor?

Arınç'ın 23 Nisan'daki konuşması ile ilgili ve sonrasında yaptığı hata ile ilgili bir değerlendirme... Her iki yazı da aynı yazara ait ama her iki yazısında da düşüncelerime tercüman olmuş.

24 Nisan 2006

Derbi Maçı..

Şampiyonluk mücadelesinde Fenerbahçe ezeli rakibi Galatasarayı farklı bir skorla yenerek puanları eşitledi.

Görüldüki Fenerbahçe bu maça hem fizik, hem moral-motivasyon olarak sıkı hazırlanmış. Buna karşın Galatasaray'da bir rehavet ve ciddiyetsizlik hakimdi. Belki üç puan önde olmaları ve beraberliğin bile kendilerine yetiyor olması; bu rehavetin sebebiydi. Buna rağmen Galatasaray maçın hemen başlarında iki net gol pozisyonu buldu. Fenerbahçe ise maçın ilk on dakikasında tutuktu. Ama ne zamanki Appiah maçın 12.dakikasında doğru düzgün gol pozisyonu bile diyemeyeceğimiz bir anda golü buldu; İpin ucu da orada koptu. O dakikadan sonra Fenerbahçe seyircisinin de büyük desteğini arkasına alarak akıcı ve rahat bir oyun sergilemeye başladı. Galatasaray'da ise ne taktik ne de oyun anlayışı kaldı..

Gerets bu maça, teorik olarak doğru olmasına rağmen pratikte kesinlikle beceremediği bir sistemle çıktı. Gerets’in, normalde hücum futbol anlayışına sahip olmasına rağmen, bu maça beraberlik düşüncesiyle çıkması büyük bir handikaptı. Her iki kanatta Uğur ve Ferhat gibi bu maçın psikolojik havasına henüz alışkın olmamış gençlerle çıkması ayrı bir hataydı. Üstelik defansın önünde Saido'nun yanında Cihan'ı oynatması da farklı yenilgiye adeta davetiye çıkarmaktı. Oysa sayın Gerets’in elinde Iliç, Volkan, Ergun gibi tecrübeli, kaliteli oyuncular vardı. Ama maalesef bunları kullanamadı.

İkinci yarının hemen başında ise; Galatasaray takımının zaten en zayıf noktası olan orta sahada Saido'unun da (bana ve birçok otoriteye göre de) ağır bir karar olan ikinci sarı kartla oyundan atılması; kaçınılmaz sonun tamamlayıcısı oldu.

Daum ise; maça Anelkasız başlayarak doğru olanı yaptı. Geçen hafta rakibinden 5 gol yiyen Rüştüyle de oyuna başlaması ikinci doğru karardı. Ama bence yine de sahaya çıkardığı kadroya baktığımızda tek gol olsun galibiyet benim olsun anlayışına sahipti. Maç 2-0 olduğunda dahi skorun üzerine yatmak isteyen bir oyun anlayışına sahipti. Ama istediğinden fazlasını buldu.

Hülasa; aslına bakacak olursak bünyesinde hem yerli hem de yabancı yıldızları barındıran, ekonomik bir sıkıntısı olmayan, tesisleşme sorunu olmayan bu Fenerbahçe, ekonomik sorunlarla boğuşan, dolayısıyla doğru düzgün bir yıldız bile alamayan, futbolcularının parasını zar zor ödeyebilen ve hala emektar Hakan Şükür, Ergun vs. gibi oyunculara bel bağlayan bir Galatasaray karşısında, üstüne üstlük Beşiktaş ve Trabzon gibi diğer büyüklerin çeşitli nedenlerden dolayı şampiyonluk mücadelesine erkenden havlu atmış, kalitesi bir hayli düşmüş bu tatsız ve tuzsuz ligde; bundan haftalarca evvel şampiyonluğunu ilan etmeli, en yakın rakibine en az on puan fark atmalıydı.

Her iki rakibinde kalan üç maçı; şampiyonluğu belirlemesi açısından, büyük önem arz ediyor. Fikstüre baktığımızda Fenerbahçe’nin maçları rakibine oranla nisbeten biraz daha zor. Düğüm son maça kadar devam edecek gibi. Şanslar ise yüzde elli eli eşit..

Lise Yıllarım (2)

… yavaşça reise döner ve o anda da reisin işaretiyle namertçe, kalleşçe Adil’in sırtına gelen sopanın acısıyla hemen emanetine, can yoldaşına elini atar ve belinden çıkartır çıkartmaz seri hamlelerle etrafındakileri uzaklaştırmaya çalışır artık can pazarı başlamıştır… Artık dünya durmuş, her şey işte burada, bu hamlelerde devam eder olmuştur. Adil, can havliyle seri bir şekilde hiç durmadan bıçağını, yumruklarını, tekmelerini kullanarak etrafındakilerden kurtulmaya ve canını kurtarmaya çalışırken kendisine çok yaklaşamadıkları için bıçaklardan kurtulabilmiş ama uzaktan da sallanan sopa ve jop darbelerine maruz kalmaktan kurtulamamış bunların tesiriyle de başı ve vücudu kanlar içinde kalmıştır. Adil’in bu pervasız ve korkusuzca etrafındakileri savurması herkesin birden üzerine gelmesine mani olmaktadır ama yine de kavga son haddinde devam etmekte ve Adil artık darbelerin etkisiyle güçsüzleşmektedir ki tam bu sırada sağ ayağının aksadığını ve düşmek üzere olduğunu fark eder ve yere düşerse her şeyin biteceğini artık yere düşüşün sonu olacağını düşünür ve var gücüyle ayakta durmaya çalışır. Evet hala ayakta ve etrafındakileri savurmaktadır Adil ama dayanacak gücü de kalmamıştır. Savurdukça yenilerinin gelmelerinden artık yorulmuş ve kollarında derman kalmamıştır gelen darbelerden dolayı da her yerinde ağrılar duymaktadır ama bunları düşünecek de durumda değildir ki o anda etrafındaki herkesin kaçıştığını görür. Evet okulun çağırdığı jandarma sonunda gelmiştir. Kaçışmalarla birlikte olay yerine bakanlar gördükleri karşısında dona kalmışlardır. Her yer kan gölüne dönmüş yerde kıvranarak yatan bir sürü insanın içinde tam ortada zorla ayakta duran her tarafı kanlar içinde hatta yüzü kanlardan tanınmayan elinde bıçağını hala hazır tutan biri vardır ki o hala ayaktadır.O yıkılmamıştır. Adil hala dimdik durmaktadır.

Yerdekilerle birlikte Adil’ i hastaneye götürürler Adil pansumanlardan sonra biraz kendine gelir ki o ara hastane de tam bir kargaşa içindedir. Adil o durumdan kurtulabildiği için binlerce şükretmektedir. Ama diğerleri Adil karşısında o kadar da şanslı değildir; ikisi ağır olmak üzere altı kişi bıçaklanmıştır ki bu altısından biri ağa yeğenidir. Bu yüzden de olayın hesabını sormak isteyen çok büyük bir kalabalık hastaneyi doldurmuştur. Adil olayın henüz bitmediğini anlar ama yapacak da pek bir şeyi yoktur . Bu ara naralar atarak gelen biri vardır. Bu, Adil’ in ailesince pek sevilmeyen belalı mı belalı, bir çok kez hapishaneye girmiş olan ve kimsenin bulaşmak istemediği serseri tiplerden biri olan Adil’in dayısıdır. Herkes durum karşısında çok üzgünken dayı tam tersi işte benim yeğenim heeey! Bu, benim yeğenimdir diyerek içeri girer. Dışarıdaki kalabalığa dönerek tekrar “Adil benim öz mü öz yeğenimdir” diyerek koruduğunu gösterir ki gerçekten bundan sonra kalabalık yavaş yavaş dağılmıştır. Hastane süreci birkaç gün içinde biter eziklerle ve ufak yaralarla Adil elli kişinin arasından çıkmanın sevincini yaşamaktadır ama şunu da iyi bilir: Yaralama altı aydan başlamaktadır. Hastane süreci biter bitmesine ama hapishane ve mahkeme süreci başlar Adil’in. Bu ara anne ve babası da okuduğunu sandıkları ve ilerde hukuk fakültesine gitmek isteyen Adil’ in hukukçularla karşı karşıya olmasından yıkılmışlardır. Hayaller, ümitler, istekler, sevinçler hepsi yıkılmıştır ama bir yandan da Adil’lerini onlara bağışlayan Mevla’ya şükretmektelerdir. Mahkeme süreci başlar Adil için. Hakimin karşısına ilk çıktığında kalbi heyecandan küt küt atmaktadır. Mahkeme süreci yaklaşık iki ay sürer ve Adil’ in nefs- i müdafa yaptığı gerekçesiyle kefaretle bırakılmasına karar verilir. Babacığı da neyi var neyi yok satar ve Adilini hapisten kurtarır.

Adil hapisten kurtulur kurtulmasına da düşmanlardan nasıl kurtulur? Bir öğle civarı hapisten kimsenin haberi olmadan çıkan Adil için gece İstanbul otobüsüne bileti alınmıştır bile. Gözü yaşlı anne ve mahsun baba oğullarının kurtulmasına sevinecekken firakın elemiyle daha şimdiden elem çekerler. Anlaşılan bu ayrılık zor, bu ayrılık uzun geçecektir ama elden gelen de bir şey yoktur. Adil, gözü yaşlı anneciğinin ellerinden son kez doya doya öper ve eski çınarlardan fedakar babacığına sıkıca sarılır ve kulagına “Hakkını helal et aslan babacığım” derken artık kendi de babası da göz yaşlarına hakim olamayacaklarını anlarlar. Bu gözyaşları içinde Adil ailesiyle helalleşir ve İstanbul ‘ a hareket eden otobüse biner. Etrafa, annesine babasına son kez iyice bakar. Doya doya seyretmek ister her şeyi. Çünkü bir daha ne zaman gelebilecektir buralara bilinmez. Otobüs İstanbul’a hareket ederken Adil için de yeni bir hayatın başlangıcını oluşturmaktadır ve Adil artık büyük denize İstanbul’a gitmektedir ne yapacağını bilmeden kurtulma gayesiyle ve ümidiyle… Otobüs yavaş yavaş memleketini geride bırakırken ilk ayrılığın verdiği hüzünle Adil’ in hayatında yeni bir dönem başlamaktadır…

(Devam edecek)

21 Nisan 2006

...

90 km/s ile ilerleyen bir araçtan atıldım. Canım alınmadan, ateş içinde… Bir anda savruldum. Neye uğradığımı şaşırdım. Sonra 1 karış ötemden 4 teker üzerinde nasıl durabildiğine hayret edilecek ağırlıkta bir metal yığını yine aynı hızla yanımdan geçince ikinci savruluşumu yaşadım, 2 m ileriye, 2 metre sağ tarafa doğru.. Tam kendime geldiğimi düşündüğümde iki büyük tekerin arasında kaldım. Bu defa ezilmemiştim fakat yine savruldum. Derken üzerimden hışımla bir teker geçti ama o kadar hızlı geçtiki beni yok etmek için o hız fazlaydı, biraz yavaş geçmesi gerekiyordu. Savrulmadım, sadece ezildim, neredeyse yok oldum. Ama hala hayattaydım.

O da ne!? Üzerime doğru usulca gelen bir teker. Gelen, adeta sonum. Ben nerdeyim, evet evet, savrula savrula yolun kenarına gelmişim. Peki bu lastik ne yapmaya çalışıyor. Duracak galiba. O da ne? Ezildim yine, ahh!! Artık söndüm, hava yok, ışık yok, üzerimde bir ton ağırlık.

Merak mı ettiniz?
Ben bir sigara izmaritiyim…

19 Nisan 2006

İstanbul

İstanbul'da yaşayanların % 35'i yaşadıkları bu kentten nefret ediyormuş. Geçtiğimiz günlerde nerede okuduğumu hatırlamadığım bir anketten bu sonuç çıkmıştı. Bu blogda da bir süredir yine amatörce hazırladığım İstanbul'da yaşayıp da kendimizi ne kadar İstanbullu hissettiğimizi sorgulayan bir anket yayınlanıyor. Ankette son durum; katılanların % 59'u "nereli olduğum önemli değil. İstanbulluyum." demiş, % 41'i ise "memleketim de memlektim" sonucunu tercih etmiş.

İstanbul'da yaşayan herkesin kendisini İstanbullu hissetmesi gerekitği kanaatindeyim ben. Elbette memleketimizi özleyeceğiz, bu gayet normal bir hal. Ancak yaşadığımız şehre karşı borçlarımızı yerine getirebilmemiz için o şehri benimsemek zorundayız. Nasıl olsa birgün bu şehirden gideceğim diyerek şehri yok etmenin bir anlamı yok.

İstanbul'dan nefret ediyorum diyenlerin ne diye bu şehirde yaşadıklarını çok merak ediyorum. Eğer dertleri bu şehirdeki iş imkanı ise böyle bir nankörlük düşünemiyorum ben. Hem ekmeğini buradan çıkartıp hem de bu şehirden nefret ediyorum diyemezsiniz.

İstanbul, kendinden nefret eden bu insanların sayesinde yaşanılırlılığını yitiriyor. Önüne gelen istediği yerde çöpünü atıp tükürüyor, neden, çünkü bu şehirden nefret ediyor.

Benim anketim belki çok anlaşılır değildi, "memleketim de memleketim" seçeneğinin bu kadar yüksek çıkmasının nedeni bundan olmuştur diye düşünüyorum. Bu yüzden bu seçeneği işaretleyenleri "İstanbul'dan nefret ediyorum" diyenler sınıfında görmüyorum ben.

17 Nisan 2006

Lise Yıllarım (1)

Lise yılları başlamak üzere… Köyünde lise olmadığı için de ilçeye gitmek zorunda Adil. Her şey okumak için... İyi yürekli mert bir genç. Ailesi, özellikle de anneciği Adil’ in okumasını ve büyüyünce büyük adam olmasını o kadar istiyor ki… Bu düşünceler Adil’de de var tabi… Kalbi küt küt atıyor heyecandan lisenin ilk gününde ama o da nesi… Pek de beklediği gibi bir ortam değil bu okul. Yukarı sınıftakilerin ve kendi sınıfında da çevresi olanların dışardan gelenleri ezdiği ve rahatsız ettiği bir okul burası…Bir hayal kırıklığı, ama Adil kararlıdır okumaya ilgilenmez kimseyle… Fakat haksızlığa da tahammülü yoktur Adil’ in. Bir iki derken Adil’le de uğraşanlar artar ve lise bir pek de iyi geçmemiştir ezilerek ve dayak yiyerek gecen lise bir Adil’ in lise ikiye çok farklı girmesine neden olur. Artık Adil’in kimseye eyvallahı yoktur kendi tabirince. Kimsenin yaptığı haksızlıkları yanına bırakacak da değildir artık.Var gücüyle onlara karşı hakkını savunacaktır. Okul çıkışı kavgalarıyla başlar lise 2...

Adil, mert ve bir o kadar da güçlü bir gençtir. Ailesine ve hocalarına karsı da çok saygılıdır ama haksızlık yapan okul öğrencilerine hiç tahammülü yoktur o yüzden de sık sık okul çıkışı kavgalarında kendi de bulunmaktadır kısa zamanda da ismi duyulmuştur okulda. Lise 2 yıllarında ailesi okula gidip okuduğunu düşünürken artık Adil okulda adaleti kendince sağlamakla ilgilenmekte ve kavgalardan kavgalara gitmektedir lise birin aksine lise iki de böyle bitmiştir.

Yaz tatilinde babasının yanında çalışmakta ve ailesine bu surette yardım etmektedir yaz da bu şekilde kısa surede biter ve lise üç başlar. Artık yaş olarak da Adil okulun bir numarası olmuştur zaten kendinden önce de ismi yayılmaktadır. Belalıdır diye. Yanından ayırmadığı kalem değil maalesef bıçak olmuştur Adil’in. Lise 3 de lise ikiden pek farklı geçmez. Adil önündeki üniversite sınavını unutmuştur lise olaylarından dolayı aslında bir çok şeyin farkına da varamaz olmuştur. Adil merttir, korkusuzdur Allah’ dan başka kimseden ölümden dahi çekinmemekte ve şerefini haysiyetini en büyük hazinesi bilmektedir. Namaz kılmak ister ama ancak babasının uyardığı zamanlar kılabilir. Sair zamanlar da nefsine yenik düşmektedir maalesef. Lise üç de bu şekilde biterken Adil ve arkadaşları son haftaya girileceği cuma bir kavgada daha bulunurlar fakat bu sefer gerçekten büyük bir grupla kavga etmişlerdir ama onları da alt etmeyi bilmişlerdir. O hafta kimse okula gelmez, taki cuma günü yani okulun son günü lisenin bittiği gün karneler dağıtılacağı gün karnesini almak için Adil okula gelir gecen haftaki meselenin bittiğini düşündüğü için de rahattır ve yanında da pek arkadaşı yoktur Adil’in.

O kadar kavgalara rağmen Adil öğretmenlerinin sevdiği bir öğrencidir ve elinden geldiğince de derslerine çalışmaya çalışır en azından akşam eve gidince. Bu yüzden karnesi de çok iyi gelmiştir. Fakat bu olumlu durum fazla sürmez. Kendi okuldayken dışarıdan bir haber gelir ve kendisini bir grubun dışarıya çağırdığını öğrenir. Adil pencereden dısarıya bakar yaklaşık elli kişinin onu dışarıda beklediklerini görür durumu anlamıştır. Adil’in geçen hafta kavga ettiği, ağa yeğeninin de içinde bulunduğu grup hesap sormaya gelmiştir Adil bunu hiç beklemediği için de hazırlıksızdır sadece belinde gizlediği ve iki yıldır hep taşıdığı bıçağı vardır. Adil hemen telefonla köyünü arar arkadaşlarına haber vermek ister ancak zarzor birine ulaşabilir ve durumu izah eder ve hemen gelmelerini ister. Fakat bu ara dışardaki kalabalıkda beklemektedir haber yollarlar Adil’e korktu mu yoksa diye. Adil ise şerefi için yaşayan, mert bir delikanlıdır ve ona korkmak yakışmamaktadır hele de namertten korkmak asla.. Bu söz üzerine düşünür ya teke tek kavga ederim ya da konuşur anlaşırım bunlarla diyerek üçüncü ihtimali namertliği bir kişiye karşı elli kişi gelmeyi, belkide düşünmek istemediği için, düşünmeden dışarıya doğru yönelir arkadaşlarını beklemeden.

Kapıya doğru gittikçe onu bekleyenleri daha iyi görür ellerindeki bıçak, jop ve sopaları da tabi. Durumun ciddiyetini iyi kavrar Adil bu tarz kavgaların nasıl sonuçlanacağını da tahmin edebilecek kadar tecrübelidir. Ama artık dönmek diye bir şey de söz konusu olamaz öyle ya Adil delikanlısıdır okulun, abisidir haksızlığa maruz kalanların. Ve şerefi vardır uğruna canını verebileceği. Yaklaştıkça karşı grubun fertleri de Adil’e şaşkın ve birazda çekinerek bakarlar. Eee 50 kişi hem de ellerindeki onca şeyle onu beklerken Adil onların üstüne tek başına hem de tereddüt dahi etmeden gelmektedir halbuki onlar Adil’in dışarı çıkamayacağını düşünmekteydiler ama yanıldıklarını anlarlar. Daha bıyıkları yeni yeni terlerken erkekçe yaklaşmaktadır Adil okulun ana kapısına ve topluluk halindeki grubun ortasında duran reislerinin yanına kadar gelmiştir.

Bu arada hemen hemen tüm lise yılları ailesinin, hele o samimi babasının sultan anneciğnin onu gönderme sebebini, ondan beklentilerini, hayatı, geçmişi, lise bir yılları hepsi gözünün önüne gelmiştir. Bulunduğu durumu anlamak için etrafına tam bir mert delikanlı bakışıyla son kez baktığında ise hafif çekingenlikle Adil’e ellerindekilerle saldırmak için bekleyen büyük grubun ve reislerinin niyetlerini daha da iyi anlamıştır. Ama pek de korkmamaktadır dayaktan. Fakat düştüğü yerde kalır da kalkamassa arkadaşları özellikle de ailesi gelip onu öyle görürse diyedir korkusu. Ölümden de korkmamaktadır da kılamadığı namazlarıyla mı Mevla’sının karşısına çıkacaktır ya da namerde mi teslim edecektir canı. Son kez hissettirmeden belindekini kontrol eder evet can yoldaşı, emaneti yanındadır.

Yavaşça reise döner ve…

(Devam edecek)

14 Nisan 2006

İstanbul'da II. Lale Devri

İstanbul'da bu bahar etraf bir başka güzel.

Bir kaç gün önce bindiğim taksinin şoförü belediyenin bu çalışmasına çok kızıyordu. Toplam 3 milyon lale dikilmiş bu bahar İstanbul'a. Bu kadar masraf yapılacağına bu para ihtiyaç sahiplerine dağıtılsaydı diyor taksi şoförü. Yine bindiğim toplu taşıma araçlarından birinde sohbet eden iki kişi de aynı konuyu konuşuyorlardı.

Kanaatimce çevre düzeni, temizliği, insanın ruhunu doğrudan etkileyen faktörlerdir ve bunlar insan psikolojisini olumlu manada etkileyeceğinden insanların verimliliğine katkı sağlayacaktır. Kısa vadede her hangi bir etkisi gözlemlenmese dahi sonucu itibari ile her anlamda etkilerinin olacağını düşünüyorum. Bu nedenle çevreye yatırımın yerindeliğine inanıyorum.

Sosyalist devletlerde binaların dış cepheleri boyanmazmış. Bu bile durumu bize yeterince anlatmıyor mu? Gerçi bunun görünen nedeni güya uydulara farkedilmek istenmemesi imiş. Artık uydu teknolojisi de geliştiği için o düşünce de yerinde değil ama o devletlerin asıl gayelerinin insanların huzur içinde yaşamalarını istememeleri olduğundandır diye düşünüyorum ben. Çünkü görsellik neticede insana bir huzur veriyor. Beton yığınlarına bakmak ise sadece insanın içini karartıyor.

İstanbul 300 yıl aradan sonra tekrar Lale Devrini yaşıyor.

13 Nisan 2006

Bir Avukatın Duruşma Serüveni

Fondaki klasik müziğin ruhuna verdiği rehavetle geniş ve rahat koltuğun bedenine verdiği rehavete, bir de yıllarıın getirdiği yorgunluk eklenince yaşlı avukatın gözleri kaymaya başlamıştı. Kalan saçları ağarmış, bıyıklarında ise tek tük siyahlıklar kalmıştı. Adliye binasının cephesini boğazın doyumsuz seyrine açan 15. katındaki avukatlar odasında saat 09:53:30’daki duruşmasını bekliyordu. Tele ekrandan sırasını rahatlıkla izleyebiliyordu. Yan masada oturan genç avukatlar mesai saati bitiminde adliye binasındaki konser salonunda sanat dünyasının duayenlerinden 2000’lerin unutulmaz parçalarını dinleyeceklerini konuşuyorlardı. Birden o yıllara gitti yaşlı avukat. Gençliğinin unutulmaz musikilerini mırıldanmaya başladı. Mırıldanmalarla uykusunun da biraz açıldığını hissetti.

Yavaşça yerinden doğruldu, tele ekranın altındaki küçük ekranlardan birine yaklaştı ve ekrana doğru bir gazete ismini fısıldar gibi seslendi. Bu arada baş parmağı ile dokunduğu düğme ile de altına bir oturak gelivermişti. Gözlüklerini hatırladı, yıllar önce gözlüklerinden kurtulmuştu, artık göz rahatsızlıkları çok kolay gideriliyordu. İnsanın gen haritasının ortaya çıkartılması neticesinde en önce göz ile ilgili rahatsızlıklar tedavi edilebilir olmuştu. Fakat yaşlı avukat yıllarca kullandığı gözlüklerinden kurtulmuş olsa da bir şey okuyacağı zaman farkında olmadan gözlük telaşına düşüyordu. Bir anlık bu telaşı da gidince rahat oturağında gazetesini okumaya başladı.

Göz ucu ile baktığı tele ekranda duruşmasına 5 dakikadan daha az kaldığını görünce hemen kalktı ve asansöre ilerledi. 23. kata çıktığında asansörden inerken okul arkadaşının bastonla duruşmadan çıktığını fark etti birden. Duruşma dakikasına kadar koridordaki rahat koltuklarda oturup 2 dakikalık bir hal hatır faslı geçirdiler eski dostlar.

Tam bu sırada yaşlı avukat mübaşirin Avukaaat Aliiii Kahyaa diye seslendiğini duydu ve birden irkilerek saatine baktı. Evet, 9:30’daki duruşmasına 11:20’de sıra gelmişti. Oturduğu bankın her tarafında dosyalar yığılmış, ancak bir kişilik oturacak yer bulmuştu sırasını beklerken, orada da uyuklamıştı. Koridordaki tozdan insanları seçebilmek bile zordu, etrafında kavga eden bir grup vardı, “yok sen alacaklıydın, hayır ben alacaklıydım” diye neredeyse yumruklaşacak insanların arasından 15 metrekarelik duruşma salonuna zar-zor geçebilmişti.

Keşke uyukladığında gördüğü rüya gerçek olsaydı…

Not: Fotoğraf, İstanbul'da son günlerde asılan bir reklam afişinden alınmıştır.

9 Nisan 2006

Bir Gece

On dört asır evvel yine bir böyle geceydi
Kumdan ayın on dördü bir öksüz çıkıverdi
Lakin o ne hüsrandı ki hissetmedi gözler
Halbuki kaç bin senedir bekleşmedelerdi
Nerden görecekler göremezlerdi tabi
Bir kere zuhur ettiği çöl en sapa yerdi
Bir kere de ma'mure-i dünya o zamanlar
Buhranlar içindeydi bugünden de beterdi
Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta
Dişsiz mi bir insan onu kardeşleri yerdi
Fevza bütün afakını sarmıştı zeminin
Salgındı bugün Şark'ı yıkan tefrika derdi

Derken büyüyüp kırkına gelmişti ki öksüz
Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi
Bir nefhada kurtardı insanlığı o masum
Bir hamlede kayserleri kisraları serdi
Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı, dirildi
Zulmün ki, zeval akılına gelmezdi, geberdi
Alemlere rahmetti evet şerr-i mübini
Şehbalini adl isteyenin yurduna gerdi
Dünya neye sahipse onun vergisidir hep
Medyun ona cemiyeti medyun ona ferdi
Medyundur o masuma bütün bir beşeriyyet
Ya Rab! Bizi mahşerde bu ikrar ile haşret

Mehmet Akif Ersoy

7 Nisan 2006

Hayat

Giriş

Kibrit Camiini,
Çamlıktan eve gidişimi,
Sobayı,
Onun üstündeki çaydanlığın vızıltısını,
Bazen kestane kızartılmasını,
Dama vuran sağanak yağmurun sesini, gök gürlemesini,

Gelişme

Askeri İşler Dairesi yazılı kapının altından geçmeyi,
Bahçesinde kuş sesleri içinde yürümeyi,
1000 kişiye hitap etmenin kendilerine bir şey kazandırdığını sanan zavallıları dinlemeyi,
Çorlulunun medresesini,
Süleymaniye’nin üst katını,
Rahmetli Gürses Hoca’nın rahmetli talebesinin kıraatini,
Devletin kütüphanesindeki karanlık okuma salonunda 30’ların gazetelerini okumayı,

Son..

Diyanetin standları arasında kaybolmayı,
Bağdat’ta İskender yemeyi,
Fenerbahçe’den Marmara’yı,
Ulus’tan Boğazı,
Piyer Loti’den Haliç’i seyretmeyi,

...uç

...

4 Nisan 2006

Türk Hakemleri

Hakemler, futbol arenasında muhakkak ki neticeye tesir eden en önemli unsurlardan biridir. Özellikle ülkemizde hakemlerin rolü futbol üzerinde maalesef olumsuz anlamda çok daha fazla görülüyor. Bunun sonucunda kamuoyunda günlerce, hatta haftalarca acımasızca eleştirilere maruz kalıyorlar.

Peki hakemlerimiz neden bu kadar çok tartışılıyor ve gündemde fazlasıyla yer alıyorlar? Gerçekten başarısızlar mı?

Son yıllardaki istatistiklere baktığımızda hakemlerimizin başarısız oldukları ortadadır. Uluslararası arenada da maalesef maç yöneten hiçbir Türk hakemine rastlamamız mümkün değildir. Zaten Türkiye liglerinde gösterdikleri halihazırdaki performanslarıyla Avrupa'da veya diğer önemli turnuvalarda maç yönetmeleri imkansız görünüyor.

Hakemlerimiz mutlaka eğitimli, bilgili, kendilerini yetiştirmiş kimselerdir. Ancak sadece bunlar başarı için yeterli değildir. Özgüven, cesaret, doğru yönetim de başarının birer parçasıdır. Özellikle eski hakem yorumcularının şimdiki mevcut hakemlere yönelik, teknolojinin de nimetlerinden faydalanarak eleştiri oklarını yöneltmeleri ve medyanın da buna çanak tutup adeta hakemlerimizi yem olarak kamuoyu önüne atmaları; başarısızlığın, hedefe ulaşamamanın, hakem camiasının içler acısı durumda olmasının en büyük nedenlerinden biridir.

Unutmayalım ki, hakemler de bizler gibi et ve kemikten oluşan, duyguları olan insanlardır. Hata yapabilir, yanlış karar verebilirler. Beşerdir, şaşar. Ama önemli olan bu hataları asgariye çekmek, hatta sıfır hatayla maçı yönetmektir. Bu mümkün mü?Elbet mümkün! Yeterki hakemlerimize destek çıkalım..

Fethi KAYA

2 Nisan 2006

Oyun Parkı

Birbirini anlayan, sıkıntılarında birbirine yardımcı olan; dışa vurmasalar da gözlerinden birbirini sevdikleri anlaşılan iki iyi arkadaştır Aslı ile Ahmet. Üniversiteyi de bu şekilde seviyeli arkadaşlıklarını koruyarak bitirirler ama üniversite bitiminde iyi arkadaşlıklarını hayat arkadaşlığı yapma kararı alıp güzel bir evliliğe başlarlar. Ahmet bir şirketin muhasebesinde Aslı ise büyük bir mağazanın satış bölümünde işe başlamıştır. İkisi de işini çok sevmekte ve işinde başarılı olabilmek ve yükselebilmek için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Bu çabaları da boşa gitmez tabi! İşlerinin üçüncü yılında Ahmet şirketin muhasebe müdürü Aslı ise satış bölümü sorumlusu olmuştur. Haliyle de işleri ve sorumlulukları da epey artmıştır ikisinin de…

Derken aile müjdeli bir haber ile sevinir Aslı hanım artık anne adayıdır. Dünyaya gelen dünyalar tatlısı küçük Zeynep ile ilgilenen anne zaten o doğmaya yakın işini de bırakmış artık kendini küçük yavrusuna adamıştı. Ahmet Bey’ in ise sevincine diyecek yoktur. Baba olmanın verdiği mutlulukla ve kızının geleceğini düşünerek işine daha da sarılmıştı tabi müdürlükten sonra da işleri epey yoğunlaşmış ve sık sık şehir dışı hatta bazen da hafta süren yurt dışı gezilerine çıkar olmuştur. Ama içi rahattı çünkü yavrusu annesinin yanında güvenli bir şekilde büyüyecekti. Bu şekilde mutlu evlilikleri devam ederken Zeynep de ilk doğum gününü kutlamıştır. Fakat hareketli bir mizaca sahip, gezmeyi ve alışverişi çok seven anne artık evde durmaktan sıkılmış ve çok sevdiği işini çok özlemiştir. Fazla da düşünmeden eski işyerine tekrar gitmiş ve Ahmet Bey’ in ısrarlarına rağmen hemen bir bakıcı bularak işine geri dönmüştür. Zeynep de bir yaşında hayatının başlangıcında anneden ayrılmış ve yaşlı bakıcısıyla hayatına devam eder olmuştur…

Annenin yoğun tempolu işinden gece gelmesi babanın zaten haftada bir eve uğraması ile giden ailede neredeyse unutulan küçük Zeynep büyümektedir. Bu şekilde iken ekonomik seviyeleri iyice düzelen aile geniş güzel bir ev satın almışlardır bu yeni eve en çok, 4 yaşına gelmiş olan, Zeynep sevinir. Çünkü; 7. katta bulunan yeni evlerinin tam karşısında büyük güzel bir çocuk parkı vardır ve artık Zeynep gününün hemen hemen hepsini balkondan o parkı seyrederek geçirmektedir. Zeynep’ in bakıcısı onunla oynamaktan aciz hatta onu uyuturken kendi uyuyan yaşlı bir kadıncağız olduğu için onu parka hiç götürememiştir. Zaten Zeynep’ in hayallerini de arada bir de olsa gördüğü anne babasıyla oraya gitmek ve diğer çocuklar gibi oynamak süslemektedir bu hayalle her gün saatlerce parkı seyreden Zeynep ilkokul yollarını aşındıracak yaşa gelmiş ve yakındaki bir ilkokula kaydettirilmiştir. Okulun ilk günü bakıcısı elinden tutup onu okuluna götürmüştür ama orada Zeynep’in dikkatini çeken bazı şeyler olmuştur. Okula gittiğinde her zaman 7. kattaki evlerinin balkonundan seyrettiği kendi yaşındaki çocukların artık içindedir; ama onların yanında anne babaları varken ve ellerinden tutmuşken kendisinin yanında annesi dahi yoktur. Bir de neden çocuklar sınıfa girip annelerinden ayrıldıklarında ağlamışlardı ki anneden ayrılmak normal bir şey değil miydi? İlkokulun ilk günü garip geçmiştir. Artık her gün Zeynep okula gitmektedir ama bu onun yalnızlığına deva olmadığı gibi gerçek yalnızlığını kalbinin daha da derinlerinde hissetmesine neden olmuştur.

Bir iki ay geçince Zeynep’in öğretmeni de Zeynep’in kimseyle konuşmadığını hatta kendisi dahi biraz üstüne gidip yaklaşmak istese gözyaşlarıyla karşılaştığını görmüştür. Bu durumu aileye bildirmek için aileyi çağırsa da maalesef ne anne ne de baba işlerinin yoğunluğu nedeniyle gelememişlerdir. Zeynep de bu şekilde ilkokulda birinci sınıfı bitirmiştir ama hala arkadaş edinememiştir çünkü ona göre o hala okula diğer çocuklar gibi başlamamıştır o da anne babasıyla geldiği gün diğerleriyle parka gittiği gün arkadaş edinebileceğini düşünmekte ve saatlerce parkı seyrederken de bu hayalleri kurmaktadır.

Aslı Hanımla Ahmet Bey’in evlilikleri de artık eskisi gibi değildir hatta her görüştüklerinde tartışır olmuşlar birbirlerinden neredeyse nefret eder hale gelmişlerdir tartışmalar da ekseriyetle Ahmet Bey’in Aslı Hanım’ a işini bırakması gerektiğine dair sözlerinden sonra başlamaktadır.

Bir gece geç vakitlerde Zeynep gürültülere uyanmış ve salondan gelen bağrışmalara doğru ilerlemiş ve anne babasının şiddetli tartışmalarına kapıdan hafif uzanarak şahit olmuştur. Bu tartışma o kadar şiddetlidir ki Ahmet Bey dayanamayıp Aslı Hanım’ a bir tokat vurmuş ve Aslı’nın ağzından kan gelmesine neden olmuştur bu durumu gören Zeynep ise sessizce geriye çekilip odasına girer yatağına girip yorganı başına çeker ve sessizce sessizliği bekler beklediği çok geçmeden olur ve sessizlik sağlanır anne de baba da uyumuştur. ama Zeynep uyanıktır hala gözünde annesi vardır kanlı yüzüyle… Zeynep kalkar ve yavaşça dolabını açar 6. yaş gününde hediye edilen ses kayıt cihazını alır ve her zaman çıktığı balkona mutfak kapısından sessizce çıkar ve hemen her sıkıldığında sıkıntısını gideren parka bakar ama park bu kez başkadır sadece lambaların aydınlattığı ama bomboş bir park vardır şimdi Zeynep o anda aslında kendi parkının bu olduğunu diğeri canlı hareketli cıvıl cıvıl olan parkın ise çocuklarını çok seven ve parka oynamaya götüren annelerin çocuklarına ait olduğunu düşünür. Aslında 4 yaşından beri Zeynep’ in parka bakmasının nedeni bir gün oraya annesiyle kendisinin de gideceğini hayal etmenin onu hayata bağlamasıdır. Bir hayat umududur bu park ona. Ama az önce annesinin kanlı yüzü onun annesi hele de anne ve babasıyla o parka gidip oynama hayallerini öldürmüştür bir anda. Tabi hayat umudunu da…

Zeynep hafif yaşlı gözlerle parka bakar ses kayıt cihazını alır ve oturduğu sandalyeye çıkarak cihaza konuşmaya başlar “anneciğim, babacığım sizi çok seviyorum. Ben parka oynamaya gidiyorum ” sandalyede ayağa kalktığında parmaklıklar beline kadar ancak gelmektedir. Hafifçe parka doğru süzülür küçük Zeynep göz yaşlarına hakim olmamaktadır artık düşen bir göz yaşının 7. kattaki evlerinden aşağıya doğru süzülüşünü izler gece yarısı kimsecikler yoktur esen hafif rüzgarda havayı biraz soğutmustur Ama Zeynep bunları aldırmamaktadır parka doğru bakar ve hafif bir gülümsemeyle ellerinin yardımıyla parka ulaşmak için kendini ileri iter… tek isteği anne babasıyla bir defacık gidemediği o parka gitmektir. Ama artık parka kavuşmaya çok az kalmıştır…

1 Nisan 2006

İstanbullu

Yaklaşık 3 yıldır İstanbul'da yaşayan çalışanım, İstanbul'a öğle saatlerinde geldiği halde uyku halinde olduğundan İstanbul Boğazını ve boğaz köprüsünü görememiş. 3 yıldır da İstanbul'da denizi görmemiş.