28 Mart 2006

Fenerbahçe Avrupa'da Neden Başarılı Olamıyor?

Avrupa arenasında ülkemizi bir çok kez temsil eden Fenerbahçe futbol takımı nedense ne bu yıl ne de daha önceki yıllarda maalesef amacına ulaşamamış ve kupalardan elenmişti.

Oysa Fenerbahçe takımı özellikle son yıllarda yapmış olduğu ataklarla, büyük bir gelişim göstermiş ve büyük başarılara imza atmaya namzet bir takım hüviyetine bürünmüştü. Ekonomik sorunlarını asgari seviyeye çeken, stad problemini de halleden, tesisleşme alanında yapılan atılımlar ve tüm bunlara ek olarak yabancı yıldız futbolcularla birlikte Türkiye ümit milli takımında oynayan genç ve istikbal vadeden futbolcuları da bünyesine katıp çok iyi bir kadro oluşturmuşlardı. Camiada geçmiş yılların aksine birlik ve beraberlik görüntüsü sağlanmış, yönetimde bu işi fazlasıyla kavramıştı. Artık tüm Türkiye ve özellikle Fenerbahçe camiası takımdan bir büyük başarı beklentisi içindeydi. Bunun için her şey hazırdı. Ancak tüm bu olumlu verilere rağmen tek bir başarı dahi kazanılamamıştı.

Peki neden bütün bunlara rağmen Fenerbahçe takımı Avrupa da başarılı olamıyor? Bunun birinci nedeni; böyle bir takımın başında Daum gibi bir teknik direktörün bulunmasıdır. Çünkü Daum uluslararası başarısı ve kariyerinde çok büyük başarıları olmayan daha çok yerel başarılarla tatmin olan bir teknik direktör. Oysa Daumun yerine hırslı, azimli, çalışkan, kariyeri başarılarla dolu bir teknik adam getirilse bence Fenerbahçe'nin başarıya ulaşması daha kolay olacaktır. İkincisi; tüm Fenerbahçe camiası ve özellikle de yönetim, futbolcular ve teknik yönetim, Avrupa'da başarı noktasında teoride belli bir konsensüs sağlamalarına karşın, pratikte hala kendilerini o başarıya endeksleyememişler. Kendileri dahi inanmıyorlar!! Halbuki başarı için tüm bu saydıklarım kadar önemli olan; belli bir plan çerçevesinde, hedefler koyarak, özgüvenle, inanarak ve ekip ruhuyla özveriyle çalışmaktır. Bunları yaptığınızda başarı kendiliğinden gelir.

Hülasa: Fenerbahçe takımı Avrupa'da başarıyı yakalamak istiyorsa, tez elden teknik direktör değişikliğini yapmalı ,ayrıca başarıya da inanmalıdır. Yoksa hem Türk futboluna, hem bünyesinde bulundurduğu genç milli futbolculara, hem de Fenerbahçelilere yazık olacaktır.

24 Mart 2006

Asla Başaramayacaklar

Son günlerde dozajı gittikçe artan hükümet karşıtlığı sözkonusu. Bu konuda müttefikler belli. YÖK, Danıştay, genel anlamda medya ve bir kısım sivil toplum kuruluşları. Muhalefet partilerini saymıyoruz. Çünkü şu anda onlara pek bir iş düşmüyor. Bu arada ciddi karşı koyuş mekanizmalarının başında Çankaya Köşkü'nü de saymadan geçmek olmaz.

28 şubat sürecinde yapılanın daha alt düzeylerde gerçekleştirilmesinden başka bir şey değil bugünlerde yürütülen kampanya. Hatırlatmakta fayda var: 14 Mayıs 1950 tarihinde, milletin büyük bir teveccühüyle iktidar olan DP de nihayetinde 27 Mayıs 1960 ihtilaliyle devrilmişti. 28 Şubat ise Refahyol hükümetine, dolayısıyle yine halkın iktidarına karşı bir organizasyondu. Tabi bütün bu harekatların dış bağlantılarının olmadığını iddia etmek dünya siyasetinin icra tarzından haberdar olmamak demek olduğunu takdir etmek lazım.

Peki şimdi olanlar neler? Cumhurbaşkanlığı seçimine çok az bir süre kala yürütülmeye çalışılan bu kampanyaların amacı ne ve gerçekten ortada ciddi bunalımlar, rejim krizleri ve Ak Parti'nin "kadrolaşma" ya da "yolsuzluk" gibi bir takım tehlikeli girişimleri mi sözkonusu? ANAP 'ın 1983 yılında aldığı oydan sonra, ilk kez % 35 'ler gibi bir oy çoğunluğuyla hükümet kuran, memleket için istikrar ortamı demek olan böylesine bir iktidara; üstelik her türlü tavizi vermesine, mutabakat arayışı içerisinde olmasına rağmen, ısrarlı biçimde tenkitlerde bulunmanın gerisinde başka şeyler aramak gerektiğini düşünüyorum. Elbette hiçbir iktidar tamamıyla masum ya da yanlışsız değildir. Ama bu derece eleştiriyi ve iktidardan alaşağı etmeyi gerektiren bir tablo da görünmemektedir. Akla gelen tek şey, 27 Mayıs neden gerçekleştirildiyse, 28 Şubat süreci neden ve nasıl yaşandıysa, şimdi Ak Parti hükümetine yapılmak istenen de odur.

Millete rağmen yönetim anlayışı zihinlerden silinmedikçe, bu ülke asla düzlüğe çıkamayacaktır!

22 Mart 2006

Diyalog

Son yılların en çok tartışılan konusu diyalog. Peki nedir, ne anlamak gerekir diyalogdan? Hristiyanlarla ve Yahudilerle dost olmak mıdır, onlara Hak Dini mi anlatmaktır, yoksa "ne siz bize ne biz size karışmayalım" mı demektir? Daha da ötesi, bazılarının iddia ettikleri üzere çok farklı bir anlamı mı var diyalogun?

Kur'an-ı Kerim'de
Maide Suresi 51'de Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor; "Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse kuşkusuz o da onlardandır. Şüphesiz Allah zalimler topluluğunu doğruya iletmez." Fakat burada geçen "dost edinmeyin" sözcüğünün ayetteki ifadesi "veli"dir. Yani veli kelimesi Türkçemize bu şekilde çevrilmiştir. Oysa bugünkü yazsında Hüseyin Hatemi hocamız bu kelimenin manasını farklı anlamamız gerektiğini açıklamış.

Ayrıca bir diğer
ayette Yüce Allah "De ki: 'Ey kitap ehli! Bizimle sizin aranızda ortak bir söze gelin: Yalnız Allah’a ibadet edelim. Ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilah edinmesin.' Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, deyin ki: 'Şahit olun, biz müslümanlarız." buyurmaktadır. Bu ayet ile yukarıdaki ayeti karşılaştırdığımızda ortaya çıkan sonuç nedir?

Biz elbette bu işin uzmanı, alimi değiliz. Müfessir de değiliz ki ayetleri izah edelim? Ancak bir fikir teatisi yapmak niyeti ile bugün bu konuyu ele aldım. Konu hakkında özellikle
Emir Can hocamızın fikirlerini de almak, öğrenmek isteriz. Telahuk-u efkardan barika-i hakikat tezahür eder.

21 Mart 2006

Avukat Olmak

Hukukçu kimliğimle her zaman gurur duyuyorum ama avukatlık kimliğimle aynı duyguyu ne yazıkki her zaman yaşayamıyorum. Hukukun diğer dallarındaki arkadaşların durumunu da işin çıkçası tam bilemiyorum, mesela hakim olan bir arkadaş da benim gibi midir emin değilim?

Avukat olmak ne yazık ki toplumun gözünde sahtekar ve yalancı olmakla eş anlamlı görülüyor. Böyle bir görüntünün oluşmasında elbette avukatların da kusuru olmuştur ama ben bu peşin hükümlerin tüm avukatlar için kullanılmasını hazmedemiyorum. Toplumun büyük çoğunluğunun okumamış, kültür seviyelerinin düşük olduğu dönemlerde bir kısım avukatlar ne yazıkki toplumun bu yönünü çok iyi değerlendirip insanları sömürmüşler ve neticede bu sıfat üzerimizde kalmıştır. Hala aynı zihniyetle çalışanlar da muhakkak ki vardır.

Avukat, bir dava veya uyuşmazlıkta karşı taraf ile zaten sorunludur. Karşı taraf sizi hukukçu kimliğiniz ile değil, hasım olarak görür. Bunu birazcık anlayışla karşılayabilirseniz belki ama avukatın kendi müvekkili (vekil eden) ile olan sorununu nasıl izah etmek gerekir? Toplumda ne yazıkki avukat hakkındaki ön yargıdan ve avukatın yaptığı işin değerlendirilebilme kapasitesi için gerekli kültür yapısının eksikliğinden ötürü müvekkil, avukatın yaptıklarını görmez, göremez. "Yaptığınız nedir ki, iki tuşa basıp bir dilekçe yazdınız" diyerek yaptığınız işi küçük göstermeye ve böylece vereceği ücreti azaltmaya çalışan müvekkilden, "avukat bey, masrafları siz yapın, alacağı paylaşalım" yüzsüzlüğünü gösteren müvekkile kadar, her türlüsü ile karşılaşırsınız.

İşin bir de 3. boyutu var ki, bunu ne müvekkiliniz ne de karşı taraf bilir. Avukatların birde adliye maceraları vardır. Adliye denildiğinde akla sadece hakim ya da savcılar gelmesin, adliye personelinin tamamını düşünmek lazım. Mübaşirinden, katibine kadar adliyedeki bütün çalışanlar ile bir şekilde ilişki içerisizdesiniz. "Onlarla ne sorun yaşıyor olabilr ki bu avukatlar" denilmesin sakın. Bir çoğumuz resmi işlemlerimiz için devlet dairelerine gitmişizdir. Türlü türlü sıkıntılarla karşılaşılan, bugün git yarın gel felsefesinin hakim olduğu yerlerdir devlet daireleri. Ve işte düşünün avukatın durumunu... Bir çok insanın senede ancak bir kaç defa yaşadığı sıkıntıyı avukat her gün yaşamaktadır.

Son olarak, İstanbul'a özgü bir avukat sıkıntısını da aktarmadan geçmek olmaz. 30'dan fazla adliyenin bulunduğu bir şehir İstanbul. Yani elinizde çanta ile bir gün içerisinde Levent, Sultanahmet ve Kadıköy güzergahını gezmişseniz bu size çok görünmesin, çok şanslı gününüzdesiniz demektir.

Bütün bunlara rağmen bir kez daha üst kimliğim olan hukukçuluğumla övündüğümü ve bunu hak ettiğimizi ve bir gün avukatlığın da gerçek anlamda hukukçuluk olarak algılanması için bu işi severek yapmaya devam ettiğimi ifade etmeliyim.

20 Mart 2006

Ne Olacak Bu Cimbomun Hali?

100 yıllık bir geçmişe sahip olan Galatasaray futbol takımı sportif anlamda rakiplerine büyük bir fark atmasına rağmen, ekonomik anlamda ve tesisleşme konusunda rakiplerinin arkasında kaldı. Oysa Avrupa'da ülkemizi en iyi şekilde temsil eden, 1989 yılında yarı final oynayan, süper ligde dört kez üst üste şampiyon olan, üç yıldızlı formayı ilk giyen ve neticede 2000 yılında UEFA kupasını, süper kupayı alan, 2002 yılında ise yine çeyrek final oynayan tek Türk futbol takımıydı Galatasaray. Rakiplerine baktığımızda ise bu başarıların esamesi bile yok maalesef..

Peki tüm bu başarılara rağmen Galatasaray takımı neden ekonomik sıkıntılarla boğuşuyor? Bunun tek bir nedeni var o da beceriksiz yönetimlerdir. Bu kadar büyük başarıları paraya çevirip meyvelerini yemezseniz, olacağı budur. Çünkü başarıların mutlaka belli ekonomik maliyetleri, bedelleri vardır. Eğer yönetim olarak bu başarıları paraya çevirme becerisini gösteremez, aksine zafiyet gösterirse gelinecek nokta, oluşan tablo böyle vahim olabilir.

Galatasaray’ın gelir giderlerine baktığımızda 47.2 milyon YTL geliri, 77.8 milyon YTL gideri var. Aradaki açık ortada. Yaklaşık olarak da 180 milyon dolar borcu bulunmaktadır. Bütün bu tabloya rağmen kulüp 25 Martta yapılacak başkanlık seçimlerine 6 adayla giriyor. Oysa tek bir aday etrafında toplanılması, iyi bir yönetim oluşturularak bu zor dönemin atlatılması daha akıllıcaydı. Anketlere bakıldığında birleşmelerin yaşanılacağı, yarışın şimdiki başkan Sayın Canaydın'la Sayın Şardan arasında geçeceği tahmin ediliyor. Hatta taraftarların tercihi Yiğit Şardan'dan yana.Kongre üyeleri ne düşünür bilinmez ama bence de artık gençlerin önünü açmak gerek. Sayın Şardan henüz 43 yaşında genç, dinamik, bilgi ve birikime sahip, donanımlı biri. Yanında yer alacak yönetimi de başarılı, tecrübeli kişilerden oluşturursa başarıya ulaşır kanaatindeyim.

Galatasaray bu sorunların da altından kalkacak maddi ve manevi güce sahiptir. Yeterki akl-ı selim devreye girsin, günlük hesaplar ve planlar içine girilmesin. 25 Marttaki seçimlerde kazanan da kaybeden de Türk futbolu olacaktır. Onun için ince eleyip sık dokuyalım.

19 Mart 2006

Kavl-i Leyn

TüRK DiLi DEVASI

“Sene 1981, bir Türk dili devası doğdu. Doğduğundan beri tek amacı Türkçe’ yi Türk milletine öğretmek… Hala öğretmeye çalışıyor. Bağırıyor, çağırıyor, gülüyor, kızıyor her şeyi yapıyor ama film izletmiyor. Derste bir bağırıyor bir sessiz konuşuyor; bir gülüyor bir kızıyor. Ama bize Türkçe’ yi öğretiyor. Ne zaman ses çıksa hanımefendi, beyefendi örneğini veriyor öğrencileri susturuyor. Susmayanı kaldırıyor onun okumak zorunda olduğunu anlatıp oturtuyor. Ama tahtaya hiç güzel yazamıyor. Dersi hızlı, güzel ve Türkçe’ yi iyi kullanarak anlatıyor. Tahtaya dönük duramıyor. Yazıyı onun için güzel yazamıyor. Sinirli olması genetikmiş ve ailecek çabuk sinirlenip çabuk sakinleşirlermiş.
O bir Türkçe Hocası
O bir Türk adamı
ve
Oooooo Fatih İşgören.”

Öğrencilerle sinevizyona inelim mi inmeyelim mi müzakeresi sırasında yazmalarını istediğim değerlendirme yazılarından biriydi okuduğunuz. Kimilerine göre yağ çekme diye adlandırılsa da ben tatlı dil tesmiyesini tercih ediyorum. Bu vesileyle de kavl- i leyn ( tatlı dil ) konusuna değinmek istiyorum. Siz de özlemediniz mi samimi bir gülücükle sanki bir gül goncası misali size sunulan “sabah- ı şerifleriniz hayr olsun efendim” kelamındaki tatlılığı. Ya da “istirham ederim efendim, lütfen siz buyrun” kelamının zerafetini. Hayat tecrübem o kadar da fazla olmasa da şunu öğrendim ki: Samimi bir tebessümle süslenen tatlı bir kelamın tesir etmeyeceği kalp çok azdır. Şunu biliyoruz ki insanız ve insanlar konuşarak anlaşırlar. Daha da önemlisi biz Müslümanız ve Efendimiz, her konuda misalimiz olduğu gibi iletişimde de bize mükemmel bir örnek olmuştur. Vücudunun tamamını dönerek hafif tebessümle tatlı tatlı dökülen inci taneleri gibi kelamların etkisi öz kızını acımadan diri diri gömmeye dayanan kim bilir kaç kalbi karıncayı incitemeyecek hale getirmiştir.

Talebem “hocam, biz sinevizyona inmek istiyoruz” deseydi büyük ihtimal inemezdi ama yukarıdaki yazıyı vesile ederek isteyince isteğini almamış olabilir mi sizce?

Evimizde, işimizde, dostluk ilişkilerimizde, trafikte kısacası hayatımızın her karesinde güler yüzlü ve tatlı dilli olabilme temennisiyle… bize yakışan bu; çünkü biz MÜSLÜMANIZ…

Bilgisayarından Kopamayanlara

Blogcu arkadaşlar değerlendirebilir. Özellikle de dinlenmek nedir bilmeyen, enerjik blogcu arkadaşıma ısrarla tavsiye ediyorum.

17 Mart 2006

Fotoğraf(lar)

Sonunda bir fotoğraf eğitimi almaya karar verdim. Mayıs ayında İFSAK'ın düzenlediği seminere katılacağım.


Bugün, akşam namazını Yeni Cami'de kılıp çıkınca bu fotoğrafı çekmekten kendimi alamadım. Üç ayak yanımda olmadığı için ve kareyi yakalayabileceğim düzgün bir zamin de ayaralayamadığımdan tam istediğim gibi bir fotoğraf olmadı. Gece fotoğraflarında makinenin sabit olması çok önemli, bu yüzden ancak bu kadar olabildi.

Objektifimden yansıyan diğer fotoğraflarımı ise http://objektifimden.blogspot.com adresinden takip edebilirsiniz.

16 Mart 2006

Hangi Terör Örgütü

İçimizdeki bir kısım insanların kimlik bunalımı ya da karmaşası yaşadığı kesin. Bu kişilerden biri de hiç şüphesiz Cüneyt Ülsever. Hürriyet Gazetesi‘nde yazıları yayımlanan yazar, 16 Mart tarihli yazısında bu kimlik kargaşasının bir neticesi olarak, HAMAS'ın bir “terör örgütü“ olduğu zehabına kapılmış. Ama, bu yaklaşımın, nihayetinde Çeçenistan‘da vatanları için mücadele eden Şeyh Şamil‘in torunlarını ya da daha bariz bir örnekle İstiklal Savaşı sırasındaki bir avuç kahraman Anadolu insanını da “terör örgütlenmesi“ olarak değerlendirmek gerektireceğini düşünmemiş. Ya da öyle düşünüyor da bilgimiz yok?

Şimdi, vatanları uğruna, üstelik demokrasi karşıtı rejimlere karşı, haklarının muhafazası için mücadele eden insanlara hangi yüzle terör örgütü denilebilir ki? Bu yaklaşımla Irak‘ta işgalci bir güç olan ABD‘ye karşı mücadele eden -intihar eylemcilerini kastetmiyoruz bununla- insanları da terör örgütü olarak mı değerlendirmek gerekiyor peki? Bu haklı mücadeleler ile, Türkiye‘deki PKK türü terör örgütlerini mukayese etmek ise en büyük yanlıştır. Bu örgütlerin haklı gerekçeleri yoktur. Sadece uluslararası bir takım güç odaklarının araçları durumundadırlar. 1980 öncesi ASALA örgütü gibi. Dolayısıyla İsrail‘in haksız işgaline karşı yaklaşık 50 yıldır mücadele yürüten HAMAS gibi, halka dayanan teşkilatları terör örgütü olarak sınıflandırmak, en azından sosyolojik ve siyasal durumdan haberdar olmamak anlamına gelir.

Sınıflandırmaları, hakim dünya güçlerinin arzu ve anlayışlarına göre değil, doğruluk ve hukuk doğrultusunda yapmaya başladığımızda, gerçekten adilleşen bir dünyaya doğru gidiyoruz demektir.

15 Mart 2006

Örnek Cami

Geçenlerde gazetenin birinde Türkiye'deki cami sayısının İran'daki cami sayısından çok olduğu yazıyordu. Gerçekten de bizim insanımız dinimizin üzerinde hassasiyetle durduğu hayır hasenat konusunda birbirleri ile yarışırlar. Hiç bir camimizin devlet desteği ile yapılmadığı göz önünde bulundurulursa bu hususu daha iyi kavrarız sanırım.

Ancak insanların bu hayır yarışlarını taktirle karşılamakla beraber bir iki konuya değinmek istiyorum; bunlardan birincisi, camilerimiz ne yazıkki bilinçsizce yapılmaktadır. En sık gördüğüm örneği, yaz mevsimlerinde pencere kenarında namaz kılamazsınız. Neden? Çünkü sıcaktan açılan pencere 180 derece değil de 90 derece açılır. Çünkü mimarisi öyledir. Hiç bir camiye havalandırma sistemi yapılmaz. Camilerin konumları itibarı ile de oransızlık vardır, küçücük bir mahallede onlarca cami, büyük mahallede 3 tane cami olması gibi... Camilerin WC ve şadırvanları ne yazıkki müslümanlara yakışmayacak şekildedir. Bu sıralandıkça uzayacak bir listedir.

İkinci bir konu ise, mimari gelişim gösteremiyoruz. Mimarisi ile övünç duyduğumuz Osmanlı bile kendi içinde bir değişim gösterebilmiş iken, biz modern mimarinin içinde olmamıza rağmen hala aynı cami stilleri ile devam ediyoruz. Elbette Süleymaniye'ye Sultanahmet'e bir şey diyemeyiz, denilemez de. Fakat taklitten öteye gitmeyen bu durumdan benim artık sıkıldığımı söylemem gerekiyor. Estetik, yeni bir mimari stilde yapılmış modern camiler istiyorum ben, yok mu 400 sene öncesinin mimarisini modern mimari ile birleştirebilecek bir mimar bu ülkede, bu alemde?

Gelelim örnek camiye. Fotoğrafını gördüğünüz bu cami Sultanahmet tramvay durağının hemen bitişiğindeki Firuz Ağa Camiidir. İnşaa tarihi 1491. Caminin avlusundan girdiğiniz anda temizliğini hisedersiniz. WC'si bir çok camiye göre temiz olup abdest alma bölümü de gayet düzenli ve kış aylarında sıcak suyu bile var. Cami yerden ısıtmalı ve camiler içinde ilk oda spreyi kullanan cami idi sanırım, sonradan başka camilerde de görmeye başladım. Yazın en sıcak günlerinin en serin camisidir aynı zamanda, klimalar sürekli çalışır. Halılarını da şimdiye kadar hiç bir zaman tozlu kirli görmedim. Bu caminin tüm görevlilerini can-ı gönülden tebrik etmek gerekir. Mimarisini de zikretmeye gerek yok sanırım.

14 Mart 2006

Gelincik

“Sevgili hocam;

Biz sizin kalbinizi kıran saygısız sevgisiz öğrencileriniz. Kızınca güzel kızıyorsunuz ve ben hep sizin kötü öğrencisiniz olarak sürecem. Çünkü ben sizin en kötü öğrencinizim. Ama siz siz varya siz en güzel öğretmensiniz Ama ben ve arkadaşlarım size laik olamadık ve ben çocuk bebeğim ya sizin dersinizi anlamayan öğrencinizim. Ben böyle anlıyorum Her zaman dediğiniz için… Ama sunu bilin ben kötü çocuk, bebek, saygısız, sevgisiz öğrenciniz olsam bile sunu bilin… BEN SİZİ BİR ÖĞRETMEN OLARAKTA BİR ADAM-İNSAN OLARAKTA SEVİYORUM VE SEVECEM…”

Henüz 11 yaşında bir talebemin tamamen duygusal ölçülerle kaleme alınmış değerlendirmesiydi okuduğunuz… biraz ümitsizlik, biraz kırgınlık, az biraz da sitem; ama en çok sevgi içeren bir değerlendirme…

Bol bol dil yanlışlıkları dikkatinizi çekmiş olabilir, Eee yurt dışında dünyaya gelmiş ve 6 yaşında Türkiye’ ye gelmiş birinden ancak…

Tabi bir de duygusallık dikkatinizi çekmiştir… Hafta içini annesinin yanında hafta sonunu da babasının yanında (tabi yurt dışında değilse) geçiren anne-baba ayrı bir ailenin küçük Hatice’ sinden ancak bu kadar…

İşin garibi Hatice en sevdiğim ve alakadar olduğum öğrencilerdendir… peki onu hayata ümitsiz bakmaya ve hayatta narin bir çiçek gibi kırılgan olmaya iten neden sizce nedir? Tabi buna neden olanlar da pişmandır herhalde ama bu, Hatice’nin hayatındaki, hayata ümitli bakma duygusunu geri getirir mi?

En önemlisi de Hatice’nin, benim cevaplamaktan aciz kaldığım, sorusuna cevap verebilir mi? “ Hocam, neden babalar hep çocuklarını bırakıp giderler?”

Fatih İŞGÖREN

13 Mart 2006

Fatih Terim Ve Türk Futbolu

Özellikle olaylı Türkiye-İsviçre maçlarından sonra Fatih Terim ve Türk futbolu daha çok tartışılmaya başlandı. Hafıza-ı beşer nisyan ile maluldur. Bunun en bariz örneğini bu süreçte ulusal spor basınında görme, okuma fırsatını bulduk.

Türk futbolunda 1990’lı yıllardan başlayıpta 2002 Dünya kupası finallerine kadar devam eden başarısında Fatih Terim gerçeği tartışılmazdır. Bu zaman dilimi içerisinde kazanılan başarılara imza atan jenerasyonu Türk futboluna kazandıran isim de Fatih Terimdir. Bence asıl tartışılması gereken; bu kadar zaman geçmesine rağmen neden başka Fatih Terimlerin çıkmadığı, neden başka kulüplerimizin uluslar arası arenada başarılı olamadığı, Dünya Kupası finallerinde kazanılan üçüncülükten sonra futbolumuzun neden bir duraklama dönemine girdiğidir?

Unutmayalım ki Türk futbol tarihinde bir Fatih Terim'den önceki futbol adına kara günler, bol skorlu mağlubiyetler vardı, bir de Fatih Terim sonrası kazanılan başarılar, kupalar, ilkler var. Başarı elbet ekip ruhuyla, planla, azimle, çalışmayla, vizyonla kazanılır. Fatih Terim de o ekibin lideri, organizatörüydü. Elbet beşerdir, şaşar ama bu gerçekleri ortadan kaldırmaz.

Türk futbolunun bir duraklama döneminde olduğu gerçektir. Bunun ortadan kalkması ve tekrar eski başarılı günlere dönülmesi için bilgi ve birikimi olan, vizyon sahibi yönetimlere ihtiyaç duyulduğu gibi ülkedeki istikbal vadeden gençleri de bulmalı ve milli takımlara kazandırılmalıdır. Bu elbet bir geçiş dönemidir. Türk futbol tarihinde en büyük başarılara imza atan nesil artık bayrağı geriden gelen gençlere devretmelidir..

Fethi Kaya

12 Mart 2006

Yeni Yazar - 3

Blogumuz zenginleşiyor. 20 yıldır sporla iç içe yaşayan, daha önce başka internet sitelerinde de spor yazarlığı yapmış olan Fethi Kaya'yı haftada bir, futbol ağırlıklı olmak üzere, spor yorumları ile bu blogda izleyeceğiz. Katkılarından dolayı kendisine teşekkür ederim.

Her Şey Sende Gizli


Yerin seni çektiği kadar ağırsın
Kanatların çırpındığı kadar hafif..
Kalbinin attığı kadar canlısın
Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç...
Sevdiklerin kadar iyisin
Nefret ettiklerin kadar kötü..
Ne renk olursa olsun kaşın gözün
Karşındakinin gördüğüdür rengin..
Yaşadıklarını kar sayma:
Yaşadığın kadar yakınsın sonuna;
Ne kadar yaşarsan yaşa,
Sevdiğin kadardır ömrün..
Gülebildiğin kadar mutlusun
Üzülme bil ki ağladığın kadar güleceksin
Sakın bitti sanma her şeyi,
Sevdiğin kadar sevileceksin.

Güneşin doğuşundadır doğanın sana verdiği değer
Ve karşındakine değer verdiğin kadar insansın
Bir gün yalan söyleyeceksen eğer
Bırak karşındaki sana güvendiği kadar inansın.
Ay ışığındadır sevgiliye duyulan hasret
Ve sevgiline hasret kaldığın kadar ona yakınsın

Unutma yagmurun yağdığı kadar ıslaksın
Güneşin seni ısıttığı kadar sıcak.
Kendini yalnız hissetiğin kadar yalnızsın
Ve güçlü hissettiğin kadar güçlü.
Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin..
İşte budur hayat!
işte budur yaşamak
Bunu hatırladığın kadar yaşarsın
Bunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsün
Ve karşındakini unuttuğun kadar çabuk unutulursun
Çiçek sulandığı kadar güzeldir
Kuşlar ötebildiği kadar sevimli
Bebek ağladığı kadar bebektir
Ve herşeyi öğrendiğin kadar bilirsin bunu da öğren,
Sevdiğin Kadar Sevilirsin...

10 Mart 2006

Siyasal Partilere Dönüşen Medyanın Tavrı

Türkiye her yönüyle gariplikler ülkesi. Adeta, bir türlü yönünü çizememiş bir görüntü sergilemekte. İnsanıyla, siyasetçisiyle, gazetecisiyle; velhasıl her kesimiyle böyle.

Yasama, yürütme ve yargı birbirinden bağımsız üç temel güçtür sloganı hakim oldu her daim. Demokrasinin güvencesi bu idi. Birbirinden bağımsız olmaları ve birbirlerini denetlemeleri kuvvetler dengesini oluşturuyordu. Medya da "tarafsız gözetleme ve eleştirme kurumu" olarak ne güzel bir polisti. Oysa durum böyle mi işledi bugüne kadar? Hayır.

1990‘lı yıllarda bir takım siyasetçiler yargı vasıtasıyla hapishanelere girerken ortalık bu medya tarafından alkış seslerine boğuluyordu. Bugün ise aynı medya tarafından bu yargı sistemi aşırı biçimde eleştiriliyor ve siyasallaştığı vurgulanıyor. Yargı aynı yargı, medya aynı medya, ama hükümet edenler farklı.

Yoksa siyasallaşan yargı filan değil de,tamamıyla bağımsız olması gereken medya kuruluşları mı? Demek sorun medyada. Yargıya brifingler verilirken siyasallaşma yoktu da, şimdi brifing verenleri soruşturmak isteyince mi siyasallaşma mevzubahis oluyor. Sakın bu iflah olunmaz "siyalaşma" bir takım insanların kısır bakış açılarına endeksli beyinlerinde yaşıyor olmasın ?

Bu ülkeye yazık ediyorlar ilkesi bozuk insanlar!..

Tuğrul CENKER

Yeni Yazar - 2

Politika ve iş dünyasında yoğun bir tempo ile çalışan değerli büyüğüm Tuğrul Cenker ağabey yoğun ısrarlarım neticesinde beni kırmayarak blogumda bundan böyle haftada bir politik düşüncelerini bizlerle paylaşacaktır. Teklifimi geri çevirmeyip kabul ettiği için kendisine çok teşşekür ederken bizlere ufuk açtıracağından emin olduğum yazılarını da sabırszlıkla beklediğimi belirtmeliyim.

Hayırlı olması temennisi ile...

9 Mart 2006

Dünya Erkekler Gün(leri)ü

Dün tüm dünyada kutlanan Dünya Kadınlar Günü (!) münasebeti ile bir yazı yazmayı düşünmüştüm. Sonra vazgeçtim çünkü bugün, yani Dünya Erkekler Günlerinin ilk günü münasebeti ile bir yazı yazarım diye düşündüm.

Bu konuyu da aslında fazla uzatmaya gerek yok, erkekler kadınlar gibi uzun uzun kendi günlerinden bahsedilmesini sevmezler. Ben sadece buradan tüm erkeklerin Dünya Erkekler Günlerinin birinci gününü kutladığımı belirtmek istiyorum. Seneye 8 Marta kadar tüm günler bizim sevgili erkekler. Doya doya günlerinizi kutlayın.

8 Mart 2006

Gündem

Hafta başından bu yana Türkiye'de tartışılan konu hakkında, konunun bir ucu benim meslekle irtibatlı olması bakımından bir yazı yazmayı düşünüyordum ancak, akşam üzeri okuduğum bir yazı üzerine bu fikrimden vazgeçtim. Konu ile ilgili kendi düşüncelerimi birebir yansıttığını düşündüğüm Ali Bayramoğlu'nu okumanızı tavsiye ediyorum.

7 Mart 2006

Anne Evde misin?

Geçenlerde ikinci dönem olağan öğrenci değerlendirmelerinde dikkatimi çekti Mert. Sınıfta arkalarda oturan, bırakın parmak kaldırarak derse iştiraki siz kaldırsanız da ağzından lafı kerpetenle aldığınız, normalde yoklamayı zihnimden yaparken o, sınıfta mı diye kafamı kaldırıp arkalara bakarak eğilmiş sırasından yarım yamalak görebildiğim sessiz, kendi dünyasında kaybolmuş bir talebem Mert. Hal böyle olunca ders başarıları da malum…

Öğretmenlik tabiki şefkat işi... Zaten Mert gibi öğrencilere de şefkat etmemek mümkün değil… Evet Anadolu’ nun ücra bir köyünde fakir bir ailenin sekiz çocuğundan biri değil Mert; tam tersi anne avukat, baba mühendis olan bir ailenin tek evladı…Tabi akla hemen "E kardeşim neyine acıyorsun bu çocuğun sen" diye bir soru geliyor. İşte toplantıda öğrendiklerime acıyorum ben de.

Mert, 16:00 da okuldan ayrılıyor evi de okula çok yakın olduğu için çabucak evine gidiyor ama kapının zilini çalarak girmiyor içeriye kendi anahtarıyla giriyor ve içeride de dünyalar tatlısı şefkat abidesi bir valide sıcacık yemeğiyle beklemiyor onu… duvarlar, soğuk duvarlar… Eee aile düşünceli Allah için, evde dev ekran, en iyisinden bilgisayar, oyun aletleri … her şey tamam da ufacık bir şey eksik kalıvermiş sanki! Tabi saat 17, saat 18, saat 19… ne gelen ne giden var… saatler 21 suları ellerinde bir çanta dolusu evrakla anne yorgun bitkin bir şekilde evde artık. 22 gibi de ondan daha yorgun ve stresli bir baba tüm şefkatiyle… işte huzurlu, tatlı bir aile!

Mert’e niçin mi acıyorum demiştik? Evet, belki Anadolu’nun köyündeki çocuğun oyun aletleri yok, ne gerek zaten tüm dışarısı oyun alanı ona… Ama eve geldiğinde onu karşılayan şefkatlisi var ya… İşte o şefkat o köyden müdürler, hatta o şefkat o köyden reisler, reis-i cumhurlar çıkarmaz mı dersiniz… Ya evde içeriden iyice kilitlediği kapının arkasında saatlerce şefkati bekleyeni bekletenden ne çıkar dersiniz?

Ya Mert’i bekleten bunu Mert için Mert’in geleceği ve ferahı için yapıyor dersek ne dersiniz? Bu arada Mert, henüz 13 yaşında tatlı mı tatlı bi yumurcak…

Bu vesileyle Sevgili Anneciğime; ilk adımlarımı atmaya çalışırken elimden tutan, yarım yamalakda olsa ilk sözcüklerimi söylerken heyecanla dinleyen, gülücüklerimin her anına şükreden, ağladığımda sesimi ilk duyan, sabah hiçbir işi yokken sırf beni okula yolcu etmek için kalkan, en önemlisi de akşam geldiğimde içten gülücükleriyle karşılayarak bana samimiyeti öğreten sevgili anneme şükranlarımı sunuyorum…

Fatih İşgören

6 Mart 2006

Yeni Yazar

Tek yazarı olduğum ve yorumlarınızla iştirak ettiğiniz blogumun bundan böyle bir yazarı daha var. Daha çok eğitim konularında bloguma katkı sağlayacak olan kuzenim Fatih İşgören, İstanbul'da özel bir okulda Edebiyat öğretmenliği yapıyor. Zaman zaman edib rumuzuyla yorumlarını okuduğumuz Fatih'e yazılarıyla yapacağı katkılarından dolayı şimdiden teşekkür eder, yazılarının istifadelere vesile olmasını temenni ederim.

Bu vesile ile blogumda yazmak isteyen başka arkadaşlar da olursa kapımızın açık olduğunu belirtirim. Bu konu ile ilgili görüşmek isteyenler lütfen elekronik posta adresime bir posta göndersinler.

3 Mart 2006

Sabırtaşı

Bloglarda yoğun olarak yeme içme konusu işlendiğinden benim de aklıma geçen hafta da gittiğim, gittiğim günden beri "bunu da yazayım" dediğim Sabırtaşı Restoranı geldi.

Restoranın sahibini son 10-15 yılda İstanbulda yaşayıp da İstiklal Caddesini turlayan hemen herkes tanır. Yıllarca kravatı, beyaz önlüğü ve sıcak gülümseyişi ile cadde üzerinde açtığı tezgahında içli köfte satan Ali Topçuoğlu amca... Amca diyorum, çünkü onunla artık aramızda samimi bir bağ oluştu. Ben -ki, beni tanıyan arkadaşlar çok iyi bilirler, her yerden yemem içmem- bazı zamanlar sırf onun o tezgahından köfte yemek için İstikalale giderdim. Beni celbeden tabi ki onun o sıcacık gülümseyişi ve üstüne başına, tezgahına verdiği önemdi. İlk cazibe nedenine içli köftesinin muhteşem tadı da eklenince benim vazgeçilmezlerim arasına girdi.

Peki Sabırtaşı nerden geliyordu? Ali amca, Kahramanmaraş'lı ve bir zamanlar oranın itibarlı esnafından biri imiş. Ancak 1988'de iflas ediyor ve İstanbul'a yerleşiyor. bu arada işsizlik yüzünden eşinin yaptığı içli köfteleri satmaya başlıyor ve bu şekilde yıllarca tezgah başında içli köfte ile geçiniyor. Geçinmekten de öte, iflasın neticesinde oluşan borçlarını ödüyor. Sonunda yaklaşık 1,5-2 yıl önce kredi ile İstiklal Caddesinde bu isim altında restoranını açıyor. Aslında çok acı ve çok ibret verici bir hayatı var Ali amcanın. Özel sohbetimizde anlattığı için biliyorum ama o anlattıklarını burada bahsetmemin doğru olmayacağını düşünüyorum. Fakat şundan emin olabilrsiniz ki, hayatı belgesel olarak çekilmesi gereken ender şahıslardan biri o bence.

Bir kaç haberi çıkmıştı, bunları sizlerle paylaşmak için internette ararken başka bir blogda onun içli köftesinin yazıldığını gördüm. O yazı ile bereber Ali amca ile ilgili bir haberi de sizlerle paylaşıyorum. Eğer İstanbul'daysanız ya da yolunuz İstanbul'a düşerse Sabırtaşına mutlaka uğrayın derim. Köfte yerken de Ali amcanın hiç bozulmamış sıcacık üslubu ile kendi hikayesini dinlemeye çalışın.