29 Eylül 2006

Burası Türkiye, Bir Türkiye Gerçeği

Birileri lütfen bana şu görüntüleri (Mine Koşan ve İbrahim Tatlıses şovunu) bir yorumlasın. Ben anlamadım bu işi...

28 Eylül 2006

Yok

Sabah olduğunu perdelerin arasından üzerine yansıyan güneş ışığıyla fark etti. Uyandı, yüzünü yıkadı, kahvaltıyı hazırladı ve yedi. Sonra üzerini giyindi ve çıktı. Kapıyı kilitlerken zile takıldı gözü. İsmi silinmişti. Dikkatle incelediğinde, yazıda bir tahrifat yoktu. Sadece yazı silikleşmiş, artık okunmuyordu. Asansöre gitti heyecanla; aşağıya indi ve apartman girişindeki zile baktı. Evet, o da aynıydı.

Bir anlam veremeden çantasını arabanın bagajına fırlattı ve hızla ayrıldı evinin önünden. Her gün 20 dakika süren yol 5 dakika daha kısa sürmüştü. Ofisin kapısına yaklaştıkça kalbinin atışının arttığını hissetti. Aynen… o da silinmişti. İçeri daldı. Masasının arkasındaki diplomasına ilişti gözü birden. Silinmişti ismi… vergi levhası, ruhsatname… evet, hepsi silinmişti. Birden cüzdanı geldi aklına. Elini cebine attı, yoktu cüzdan. Çantasına koyduğu geldi aklına. Arabaya indi, bagajdan çantasını çıkardı, çantadan da cüzdanını… Evet, ismi silinmişti. Ehliyet, araç ruhsatı… Aynıydı. Silinmişti ismi hepsinden…

Tekrar bürosuna çıkmış ve koltuğuna çökmüş bir vaziyette düşünüyordu. “var olduğumu nasıl ispat edeceğim?”

Birden levha geldi aklına… Baro levhası... İnterneti açtı, baronun sayfasına girip kendini arattı. “böyle bir kayda ulaşılamadı” uyarısını gördü.

Tam bir kabustu yaşadığı. Nüfus müdürlüğüne gitmeye karar verdi. Direk nüfus müdürünün yanına çıktı ve ismini söyledi. Nüfus kaydı sorgulandı hemen ama böyle bir kayıt yoktu.

Nüfus müdürlüğünden direk eve döndü.

Artık yoktu.

Ticari Ahlak

Özellikle de son on yılda ismine sıkça rastlanan 'yeşil sermaye' olgusunun derinlemesine analizi yapılması gereken ciddi bir sosyal konu olduğu konusunu düşündüğüm bir sırada değerli bir arkadaşımın bu vasıfla tavsif ettiği bir işletme ile ilgili şikayetini bana aktarması üzerine çok kısa da olsa konuya burada eğilmek istedim.

Ne yazık ki, toplumun (bilhassa dindar toplumun) dindar tüccarlara karşı ciddi bir antipatisi var. Bunun kaynağı; eğer bir komplo teorisyeni iseniz bu tüccarların gelişmesini istemeyenlerdir. Fakat gerçekçi bir yaklaşım sergilemek gerekirse bu düşüncenin kaynağı bizzat dindar tüccarlardır. Çünkü ticari ahlakın tek bir maddesini bile uygulamaktan uzak bu kesim insanlarda güvensizlik oluşturmuş, neticesinde dini ticaretlerine alet ettikleri kanaatinin yerleşmesine sebep olmuşlardır. Bundan yeşil olmayan sermayeye sahip tüccarların ticari ahlakı bihakkın uyguladıkları anlamı çıkmaz. Ancak dindar kimliği ile ortaya çıkan kişiler yüklendiği işi herkesin yaptığından çok daha fazla dikkat ve özenle yapması gerektiğini, üzerindeki yükün kat kat fazla olduğunu, her bir davranışının ve sözünün sadece kendisini değil büyük bir toplumun davranışı ve sözü olarak algılanacağını bilmesi gerekir. Nasıl ki tesettürlü bayanların dindar bir kimliğe yakışmayacak davranışları toplumda büyük makes görüyor ve yadırganıyorsa aynı durum dindarım diye ortaya atılan tüccarlar için de geçerlidir.

Böyle bir gerçeklik ortada olmakla beraber işin biraz da başka penceresini de açmak gerekirse, bu tüccarları eleştiren dindar kesime düşen görev de böyle durumlarda yaptığı veya yapacağı eleştiriyi bizzat tüccarın kensdisine ve yetkilisine yapmak, durumu izah etmek ve ayrıca bu durumu umumileştirmek anlamana gelecek biçimde her platformda dile getirmemek olmalıdır. Ve asıl önemli olanı tekrar vurgulama gerekiyor ki; bu tüccarların haricinde ticaret yapan diğer tüccarlar da hiçbir zaman dört dörtlük olmadıkları gibi herkes parasının akıbetinin ne olacağını da düşünmek zorundadır. Biri yüksek fiyatla satar, biri ucuz fiyatla… Fakat biri gider fakiri doyurur, diğeri gider sizden kazandığı para ile akşam alem yapar.

25 Eylül 2006

Beş Dakikada Beşiktaş! DEĞİL; İki Saatte Bursa

Ramazan ayının ilk gününü Bursa'da geçirmek üzere Cumartesi akşamı yola çıktım. İDO'nun hızlı feribotları ile 1 saatte Yalova ve Yalova'dan da 1 saatte Bursa'ya ulaşmak Bursa'yı sanki İstanbul'un bir parçası yapmış.

Yenikapı iskelesine yanaşmış bir feribot.

Bursa denilince akla ilk Ulu Camii geliyor. Bursa Ulu Camii denilince de cami içindeki bu havuz geliyor akla.

Bursa Ulu Camii'nin bir başka özelliği de adeta bir hat müzesi oluşudur. Çok sayıda hat sanatını bir arada görmek mümkün bu camide.

Ramazan'ın ilk günü... Ulu camii'ni öğle namazında dolduran cemaat namazdan sonra Kur'an ayına yakışır bir şekilde tilavete başlıyor.

Koza Han. İpekçilerin çarşısı. Pazar olması münasebeti ile kapalı idi. Hemen camiye yakın bir yerde. Az ötesinde de Orhan Gazi Camii var.

Ve teravih...

Çınar ağacı Osmanlı'nın sembollerinden... Minare de İslam'ın sembollerinden... Ve Bursa adeta çınar ağaçlarının merkezi.

Ulu Cami'yi uzaktan çekebilmek pek mümkün değil. Etrafında geniş bir avlusu yok. Her tarafta yapılar var. Dolayısı ile uzaktan izleyebilmek ancak binaların üst katlarına çıkabilmekle mümkün oluyor. Bu da benim için pek mümkün olmadığından ancak bu kadarlık bir poz yakalayabildim.

22 Eylül 2006

Osmanlı Hanedanı

Haşmet Babaoğlu'nun bugünkü yazısını paylaşmak istedim;

Osmanlı değil, magazin hanedanı!
Demek ki neymiş!

Osmanlı hanedanı da artık “buralı”, Osmanlı, Türk, İstanbullu falan olmaktan çok “hanedan”mış!..

Lafı dolandırmaya, uzun uzadıya düşünmelere kalkmaya gerek yok, dün gazetelerimizde yer alan Son Osmanlılarıın fotoğrafları yeterince çok şey anlatıyordu.

Doğrusu ben fotoğraflara bakarken bir ayrım çizgisi koymakta zorlandım: Kim bunlar? Burası neresi?

Monaco Prensliği mi, Osmanlı torunları mı? Belçika kraliyet ailesi mi, yoksa Habsburgların son temsilcileri mi?

TRT tarafından yapılan “Osmanoğlu’nun Sürgünü” adlı belgeselin tanıtım gecesinde 80 yıldan sonra ilk kez bu kadar kalabalık bir şekilde buluşan hanedan mensupları çok modern, çok Batılı ve gayet aristokratik görüntüler sergilemiş. Bu belli!

Ama bu görüntülerde “biz”e dair bir şey var mı?

Hele o bütün sevimliliklerine karşın belli ki poz vermekten fena halde sıkılıp somurtmuş aryan sarı saçlı, royal kravatlı küçük şehzadelere ne demeli? Bize İsveç prenslerinden daha tanıdık, daha “yakın” bir görüntü sunduklarını söyleyebilir miyiz?

Bu çocukların kan bağları bulunan uzak dedeleriyle; mesela sultan Abdülhamit veya Abdülmecit’le (onların alabildiğine “yerli”, Müslüman ve Osmanlı ruhuyla) gerçekten bir bağları kalmış mıdır sizce?