10 Mayıs 2006

Blogculuk

Blogcular üzerine hazırladığım anketin neticesinde 2 kişi neti sevdiğinden dolayı, 6 kişi öğrenmek ve öğretmek kastıyla, 3 kişi içini dökmek için, 4 kişi paylaşmak, 1 kişi vakit geçirmek için blogcu olduğunu, 3 kişi ise amacının başka olduğunu söylemiş. Doğrusu amacının başka olduğunu işaretleyenlerin amaçlarının ne olduğunu merak ettim. Umarım onlar amaçlarını anonim olarak da olsa burada yazarlar.

Önceki yayınlarımdan birinde bir yorumcu arkadaşımız “yalnızlık= net= sanal arkadaşlıklar=mutluluk=kapatılan siteler, bloglar= yalnızlık” şeklinde bir
yorum yazmıştı. Benim kendi kanaatim de blogcuların çoğunluğunda yalnızlık hissinin ağır bastığı yönündeydi. Bu anketi hazırlarken “içimi dökmek için” seçeneğinin çoğunlukta olacağını sanıyordum. Bu kanaate varmamdaki neden, hemen her blogda mutluluğun sırrı, yalnızlık gibi konuların mutlaka işlenmiş olduğunu görmek oldu. Fakat amatörce de olsa hazırladığım anketin neticesinden durumun hiç de benim düşündüğüm gibi olmadığı, katılımcıların büyük çoğunluğunun öğrenmek, öğretmek ve paylaşmak için blogcu olduklarını gördüm.

Ben neden blogcuyum peki? Bunu daha önce
Blog başlıklı yazımda bahsetmiştim.

Yalnızlıktan bu kadar bahsetmişken Atilla İlhan’ın Ayrılık Sevdaya Dahil adlı şiirinden de bir parçayı ekleyelim;

yalnızlık
hızla alçalan bulutlar
karanlık bir ağırlık
hava ağır toprak ağır yaprak ağır
su tozları yağıyor üstümüze
özgürlüğümüz yoksa yalnızlığımız mıdır
eflatuna çalar puslu lacivert
bir sis kuşattı ormanı
karanlık çöktü denize

yalnızlık
çakmak taşı gibi sert
elmas gibi keskin
ne yanına dönsen bir yerin kesilir
fena kan kaybedersin
kapını bir çalan olmadı mı hele
elini bir tutan
bilekleri bembeyaz kuğu boynu
parmakları uzun ve ince
sımsıcak bakışları suç ortağı
kaçamak gülüşleri gizlice
yalnızların en büyük sorunu
tek başına özgürlük ne işe yarayacak
bir türlü çözemedikleri bu
ölü bir gezegenin
soğuk tenhalığına
benzemesin diye
özgürlük mutlaka paylaşılacak
suç ortağı bir sevgiliyle

7 Mayıs 2006

Lise Yıllarım (3)

Uzun ve yorucu bir yorgunluğun ardından ve işte İstanbul… Bu şehir, otogarı kadar karışıksa diye kara kara düşünüyor Adil. Bu ara anadan babadan memleketten de ayrılmanın verdiği burukluğu da daha şimdiden yaşıyor. Halbuki memleketinde askere giden gençler ayrılırdı anadan, babadan. Kendisi de üniversiteye giderken ayrılmayacak mıydı öyle söz vermemiş miydi sevgili babasına? Bu burukluklarla Sultançiftliği’nde oturan teyzesinin yanına gitmek için yola koyuldu. Teyze durumdan haberdar olduğundan Adil’in geleceğine hazırdı. Birkaç gün burada kaldıktan sonra Adil sebze-meyve halinde çalışan köylülerini buldu ve onların yanında çalışmaya başladı. Yaptığı iş gerçekten çok zordu. E! gecenin bir vakti kalk ve sebze, meyve yüklü kamyonu boşalt. Gerçekten zor bir işti. Ama Adil de zor şartların genci değil miydi? O yüzden de sesi çıkmıyordu bu duruma.

Bir süre sonra Adil Mersindeki küçüklük arkadaşı, büyük amcasının torunu Selman’ın İstanbul’da üniversite okuduğunu öğrenir. Çok geçmeden onunla buluşur ve dertleşir. Selman, Adil’i çocukluktan tanıdığı için onun nasıl biri olduğunu biliyordu. Onun için yapabileceklerini düşünmeye başladı ve harekete geçti bir müddet sonra sevinçli haberlerle Adil’in yanına koştu ve hemen hazırlanmasını okuma kapısının onu beklediğini bu fırsatı kaçırmamaları gerektiğini onu bir dershaneye verebileceğini söyledi. Adil şaşkınlığın içinde sevinci yaşıyordu. Evet artık içindeki o kor alevler olup yanacak ve üniversite yollarını, o karanlık yolları aydınlatacak bir ışık doğacaktı. Hemen hazırlandı ve teyze oğlu eski arkadaşı ile birlikte içinde fazla da bir şey olmayan çantasını alıp kendisi için meçhul olan okuma ışığına doğru yol almaya başladı. Hatta üniversite ve bölüm hayallerine bile başlamıştı içten içten. Sonunda yollar bitmiş ve Selman’ın bahsettiği dershaneye varılmıştı. Ama o da neydi bu duyguyu, beklediğinden başka bir şeyle karşılaşma duygusunu, daha önce tatmıştı, tam üç yıl önce. Ama yine aynı duygu, yine beklediğinden çok farklı bir yer. Selman onu üniversite hazırlık dershanesine getirmeyecek miydi?

(Devam edecek)

4 Mayıs 2006

Saat Saat İstanbul Trafiği

Yer: Boğaz Köprüsü.


Saat: 06:30 – 08:00

Trafiğin canlanmaya başladığı saatler. İş yerinde bir adım öne çıkmış olmanın gazı ile işe erken gitmeye başlayanlar, işkolik müdürler, işgüzar çalışanlar, trafik yoğunluğuna bulaşmak istemeyenlerin saati. Araçlar umumiyetle, Clio, Albea, Brodway, Getz, Fiesta vs. Bunlara Ahmet Beyler diyebiliriz.

Saat: 08:00 – 09:30

Gün içindeki trafiğin en yoğun olduğu saatler. Clio, Albea, marka arabaları ile yolda olan Ahmet Beylere servis araçlarındaki, otobüslerde tıkış tıkış doluşmuşlarla, dolmuşlara tıka basa binmiş, yanındaki yabancı erkeği sanki sevgilisiymiş gibi sarmak zorunda kalmış Ahmet Efendilerin saati. Bir koşturmacadır devam ediyor. İşe geç kalmamak derdi ile.

Saat: 09:30 – 11:30

Bu grubun öncüleri, paralanıp henüz ortadireğin üzerine çıkmaya başlamışların bindikleri araçlardan oluşur; Passat, Vectra, Avensis vs. Saatin yavaş yavaş öğleye yaklaşması ile de Mercedes, BMW ve Jeepler ortaya çıkar. Bu gruba da Ahmet Ağalar diyebiliriz. Sadece sabah iş yerinde olduklarını göstermek için çıkarlar, yoksa vakit öğlen olmuştur aslında.

Saat: 11:30 – 16:30

Doğan görünümlü Şahinlerin cirit attığı, minibüslerin mal sevkiyatı yaptıkları, boş taksilerin gezindiği saatler.

Ve, 16:30’dan sonrası; sabahki trafiği ters çevirmemiz yeter.

3 Mayıs 2006

Süleymanname

Son günlerin en çok konuşulanı hakkında Üstadın bir şiirini sizlerle paylaşmadan edemedim. Üstad bu şiiri 1971 yılında kaleme almış.

Süleymanname

Sen gül diyarının yapma gülüsün!
Aynı yapmacıkla Çoban Sülü’sün!
Yoktur izlediğin bir dava yolu;
Bir bu yan, bir şu yan, büküntülüsün!
Türk’e zıt sermaye merkezlerinden,
Bir zikzaklı yolda hep, güdülüsün!
Milli yekparelik gelmez işine;
Bu yüzden parçalı, bölüntülüsün
Ve devlete mason biraderlerin
Tam da maslahata denk ödülüsün!
Ne sır sendeki bedava oluş!
Problemler içinde en müşkülüsün!
Fikir dağlar boyu kocaman kitap;
Sen de o kocaman kitabın bir virgülüsün!
Böyleyken ustasın gözbağcılıkta;
Cüceler sirkinin baş Herkülüsün!
Gözyaşı ve çığlık vatanında sen,
Hüzün bahçesinin şen bülbülüsün!
Büzülmüş susarken mahzun hakikat,
Davuldan ziyade gümbürtülüsün!
Teokratik rejim olmaz deyip de,
Peşinden müslüman görüntülüsün!
Kolera, vergiler, zamlar, enflasyon;
Bir felaketsin ki, binbir türlüsün!
Gelirsiz giderli bütçelerinle,
Her yıl, milyar milyar köpürtülüsün!
Okka okka vicdan satıl alırsın;
Topuzu altından oy baskülüsün!
Bir gökdelen sanır seni gören göz;
Bilmez ki, temelden çöküntülüsün!
Büyük Kongre, dikiş tutturduğun yer;
Meclise gelince söküntülüsün!
Bağlısın hak bilmez yeminlilere;
Hakkı bilenlerden çözüntülüsün!
Üçbuçuk mebusa kaldı diye fark,
Kimbilir, ne kadar üzüntülüsün!
Millet gökten adam dilensin, dursun!
Ümit fakirinin keşkülüsün!
Kuzum, senin neren Anadolludur?
Türk’ e Amerikan püskürtülüsün!
Farkın şu ki, eski Başbakanlardan,
Sen o belaların son püskülüsün!

Necip Fazıl Kısakürek

1 Mayıs 2006

Rahmetle Anıyoruz

Babamın çok sevdiği arkadaşı ve meslektaşı, benim de bir kaç defa sohbetinde bulunma şerefine nail olduğum çok değerli hocamız Yaşar Tunagür Hocaefendi hakkın rahmetine kavuştu. Allah'ın rahmeti üzerinden eksik olmasın inşallah. Bu fotoğrafı son görüşmemizde 10 Ekim 2004 tarihinde çekmiş idim.