2 Ağustos 2012

Beyazıt Camiinde Teravih

Ramazanın bana en çok özlettiği şey şüphesiz kutsal topraklar oluyor. Orucuyla, iftarıyla, teravih ve teheccütleriyle bu mübarek ayı orada ihya edebilmenin tarifi ne yazık ki yok... Ancak İstanbul'da olmanın bir avantajı da selatin camilerindeki atmosferin o özlemi nispeten dindirebilmesidir.

Beyazıt Camii benim için ayrı yeri olan selatin camilerinden biri. Zira fakültede okuduğum dönem özellikle öğle namazlarını eda ettiğim, rahmetli İsmail Biçer Hocaefendiyi dinleyebilmek için derse 5-10 dakika geç kaldığım bir cami.

Bu defa gittiğimde yaşadığım hüznün kaynağını iç alemimde sorgularken acaba geçmişe olan özlemin getirdiği bir hüzün mü diye düşündüm ancak önceki günlerde tadilattan yeni çıkan ve pırıl pırıl parlayan Fatih Camiindeki parıltıyı görememekten olabileceği aklıma geldi. Gerçekten de köhnemiş, sönük ışıklar, kararmış mermerler ve sütunlar insana bir hüzün veriyor Beyazıt Camiinde. Muhtemelen kısa süre içinde orası da tadilata alınır. Ancak yine de tereddüt yaşıyorum, çünkü bu hali bize hüzün verse de geçmişten gelip ayakta kaldığını göstermekle ayrı bir duyguya da neden oluyor.

Bu camilerin bir de kendi hüzünleri var aslında. Onların o hüzünlerini de bizler izale edebiliriz. Özellikle Beyazıt Camii, Süleymaniye Camii bunların başında geliyor. Bu camilerin etrafında neredeyse yerleşim merkezinin kalmaması öğle ve ikindi namazları haricinde camilerin boş kalmasına neden oluyor. İmkanı ve vakti olanlar bu camileri boş bırakmamalı. Bu camilerin hüznü bir kaç gün önce haber de olmuştu.



Suat Hoca Beyazıt Camiinin kurra imam geleneğine uyan biri. Vitir öncesindeki natı ve sonrasındaki kıraati dinlemeye değer.

20 Temmuz 2012

Kıbrıs Gezisi

Geçtiğimiz Nisan ayında bir grup arkadaş içimizdeki "yaza merhaba" duygusunu tatmin için, biraz da Kıbrıs gezisi için en iyi mevsim olacağı kanaatiyle Kıbrıs seyahati düzenledik. Toplam 36 saatlik bir seyahat oldu ama zamanımızın tamamını dolu geçirdik.

Kıbrıs özellikle muhafazakar kesim için uzak durulması gereken yerlerden biriymiş gibi algılanıyor ama asla öyle olmamalı ve öyle de olmadığını bizim gezimizle ben anlamış oldum.
Ziyaretimizin ilk bölümünü Kırklar Türbesine yaptık. Burada 40 sahabenin kabri olduğu rivayet ediliyor.
Lala Mustafa Paşa Camii ise katedralden çevrilme bir cami. En büyük 2 camiden biri olan mekan 16. yüz yılda camiye çevrilmiş. 
 Lala Mustafa Paşa Camii girişi.
 Cami Katedral mimarilerinin tüm özelliklerine sahip.
Daha sonra fotoğraf çekmenin yasak olduğu Maraş bölgesini ziyaret ettik. Harika bir kumsala sahip olan bu bölge hala 1974'ün izlerine sahip. İşte bu bina da vurulan binalardan biri.
Burası da Hz. İsa (A.S.)'nın havarilerinden Barnabas'ın kabrinin olduğu rivayet edilen  bir yer. Sükunetine hakim olduğu güzel bir yerdi.
Sonrasında Kantara Kalesine çıktık. Burası Kıbrıs'ın Beş Parmak Dağlarında yer alan -yanılmıyorsam- 3 kalesinden biri. Kaleye gidebilmek için dar bir dağ yolundan hayli zahmetli bir yolculuk yaptık.
Bu kalenin Bizanslılar tarafından Müslümanlara karşı direnebilmek amacıyla yaptırıldığı rivayet ediliyor. Kaleden araçların gelebildiği noktanın görüntüsünde ne kadar yüksek bir yapı olduğu anlaşılıyor. Araç yolu kadar zahmetli olmasa da yaya yolu da zor bir yoldu. Yaşlılara göre değildi.
Bu görünen kısım ise Kıbrıs'ın burnu diye tabir edilen en uç kısmı. Dikkat edildiğinde her iki tarafın da deniz olduğu anlaşılacaktır. 
Yine benzer bir kareye ayrıca sis eklenmiş. 
Bu da kalenin aşağıdan görüntüsü.
Ve Rum Kesimi ile sınır... Şehrin ortasından ayrılan iki devlet. Kıbrıslılar Kıbrıs doğumlu olmak kaydıyla Rum Kesimine vizesiz geçebiliyorlar.
KKTC polisi ile hatıra fotoğrafı... 
Sınır kapısının olduğu bölge Lefkoşa'nın tarihi kısmı. Evleri, ibadethaneleri ve sokaklarıyla adeta geçmiş zamanda yaşıyor hissine kapılabiliyorsunuz. 
Ve yine Katedralden çevrilme bir başka cami; Selimiye Camii. 
Yukarıda da bahsettiğimiz 2 büyük camiinden biri olan Selimiye Camii 1206 yılında yapılmış. 
Yine diğeri gibi Katedral mimarisi burada da söz konusu. 
Camiden çıktığınızda sizi böyle bir sokak karşılıyor. 
Ve yine hemen camiye  yakın bir başka sokak.
 Cumbalı evler...
Kıbrıs'a gitmeden önce daha önce bir süre orada bulunan bir yakınım ısrarla Bloom marka greyfurt suyu içmemi istedi. Kağıdı ters yapıştırılmış bu şişeyi zor buldum, içtim. Gidersem tekrar içer miyim? Zor! 

Ve bizimle ilgili olması nedeni ile dikkatimi çeken bina, Adalet Sarayı. Dışarıdan görüntüsü sıcak geldi bana. Mahkeme duvarı ifadesine ters... 
Hz. Ömer türbesi olarak da bilinen bir başka mekana gittik. Hz. Ömer de bir sahabe imiş ancak meşhur 4 halifeden biri olan Hz. Ömer değilmiş. Kıbrıs'a ilk gelen Müslümanların kabirlerinin bulunduğu bir yer.
Hz. Ömer makamı hemen deniz kenarında idi. Bazı arkadaşlarımız suyun cazibesine dayanamadılar. 
Ağa Cafer Paşa Camii. 
Girne limanından şehir merkezine çıkarken rampalı ve taş döşeli bir sokakta yer alan şirin bir cami.
Cafer Paşa hakkındaki kitabe.
Güzelyurt'a da gittik. Suudi Arabistan nedendir bilmiyorum, Kıbrıs'a özel bir ilgi duymuş. Mesela bu cami kralın armağanı imiş. Mihmandarımızın anlattığına göre yol yapımı için de para göndermişler ancak bizimkiler yol yapmamışlar. 

Şeyh Nazım Efendiyi de ziyaret etmek istedik ancak sağlığı müsait değilmiş. Fotoğraftaki piri fani zat ile birlikte Şeyh efendinin tekkesinde bulunan mescitte namazlarımızı eda ettik.
Dönüşte bir şey dikkatimi çekti. Dünyada tek midir bilmiyorum ama Lefkoşa Havaalanı sadece dış hatları olan bir havaalanı.

Gezimiz başta da belirttiğim gibi yaklaşık 36 saat sürdü. Kıbrıs'a hemen her havayolu ile ulaşım var. Konaklamada bizim tercihimiz sadece yatmakla yetineceğimiz için herkese açık olan Girne Öğretmenevi oldu.

2 Temmuz 2012

Bugünün Çocukları

İsterdim ki, çocuğum evin önünde seksek oynasın. Onun da bir Aysel teyzesi, Mihriban ablası olsun, Hacı Arif amca ve Hacı Süleyman amca gibi bakkallardan alış veriş yapsın, namaz vaktinde ekmek almaya bakkala gittiğinde bir süre kapı önünde beklesin; bunları istiyordum. Kibrit camisinde cuma geceleri okunan duadaki nikah yenileme kısmının kendince anlamsız gelmesine kıkırdasın, sıcak teravih namazlarından çıkan cemaate kovasındaki soğuk suyu dağıtan amcayı izlesin istiyordum.

Sokak kenarlarında kaldırımlarla yol arasını bölen ve şırış şırıl akan arkta sanki kendi marifeti ile yarışıyormuş gibi arkadaşlarıyla küçük dal parçacıklarını yarıştırmasını da isterdim çocuğumun.

Artık Play Station oyunları her tarafı fethetmiş. Çocuklar yağmurlu günlerde çıkıp çamurda oynayabilecekleri oyunları oynamayı bırakalı çok olmuş. Hatta güneşli günlerde bile çıkıp top oynamıyorlar. Sanal alemden uzak yapabildikleri tek alternatif eğlence yaz mevsimine mahsus olmak üzere bisiklet kullanabilmek. O da sadece evlerinin çevresinde... Zira aileler güvenmiyorlar; haklılar çünkü şehirler artık güvenli değil...

Acaba bugünün çocukları kendi hallerinden memnunlar mı? Ve yarın onlar da kendi çocukluklarını özleyecekler mi?

Not: Bu yazı 10.10.2009'da yazılmıştı.

27 Haziran 2012

Kül Suyu

Önce bir itirafta bulunayım, kadın bloglarına, daha doğru bir ifade ile hobi bloglarına hep hayran olmuşumdur. Sebebi ise basit; aralarında müthiş bir bağ var. Biri diğerinin bloguna yorum yazıyor, diğeri öbürünü mimliyor, takipçi listeleri bir hayli kabarık oluyor, filan.

Biz burada hükumet kurup hükumet indiriyoruz ama en ufak bir hareket gözlemek bile zor.

Bu yüzden bu defa konuyu değiştiriyorum. Konumuz kül suyu ile temizlik. Gözlerimle görmesem inanmaz ve asla paylaşmazdım ama gördüğüm şeye gerçekten inanamadım. Geçenlerde eşim temin ettiği külün suyu ile çoçukların çamaşırlarını yıkadı. Normal şartlarda çamaşırların yıkanması ilgi alanıma girmiyor ancak bu defa sonucu merakla bekledim. Çamaşırlar çocuklara ait olunca haliyle bir hayli lekeliydiler. Nitekim beklediğim sonuç çıkmıştı; lekeler olduğu gibi duruyordu. Eşim operasyonun henüz bitmediğini söyleyince "modern ürünlerle mi?" diye sordum fakat o sadece çamaşırı güneşe serdi. 2 saat sonra lekelerden eser kalmadığını gördüğümde inanmak istemedim ama gerçek ortadaydı. Adeta bir sihir gibiydi.

Temizlik firmaları bu yazdıklarımı duysa belki bir gün trafik kazasında yaşamımı yitirdiğimi bile duyabilirsiniz. Evet, gerçekten o kadar yani... Gerçi yine fırıncılar da yazdıklarımı duysa Fırıncılar Odasına başkan yapabilirler. Çünkü bu iş yaygınlaşsa çöpe giden tonlarca kül para etmeye başlayacak.

Peki bu bilgilere nereden ulaşmış eşim? İmece Evi adlı blogdan edinmiş bilgileri. Ben de takibe aldım derhal. Sizler de beni unutmadan o blogu da takip edebilirsiniz.

22 Haziran 2012

ÇOGEMED

ÇOGEMED yani Çocuk Gelişimi ve Montessori Eğitim Derneği.

Adından da anlaşılacağı üzere derneğin esas amacı Montessori Eğitim Modelini tanıtmak ve uygulamaya yönelik çalışmalarda bulunmak. Yaklaşık 5 yıldır adını sıklıkla duymaya başladığımız uzman pedagog Adem Güneş'in Anadolu Pedagojisi diye adlandırdığı projesinin temel kaynaklarından birini oluşturması bakımından Montessori Eğitimi gerçekten önemli. Kanaatimce Montessori Eğitimi Anadolu Pedagojisi ile harmanlandığında bizler için bir anlam ifade ediyor.


Derneğin birbirinden değerli üyeleri ve destekçileri de bulunuyor.

Ayrıca İstanbul Bahçelievler'de yanılmıyorsam 7 pilot okulda Montessori Eğitim modeli uygulanacak 2012-2013 eğitim-öğretim yılında. Buna dair bir başka haberin linkini de paylaşıyorum.

Montessori kimdir, eğitim modeli nedir, Anadolu pedagojisi nedir gibi sorulara cevap açısından derneğin sayfasını takibe almanızı ve incelemenizi öneririm.

6 Haziran 2012

Haberler Gerekli mi?

Hatırlanırsa bir kaç ay önce İsviçre'de bir otobüsün kaza geçirmesi sonucu çoğu çocuk 28 kişi ölmüştü. İşte o hadise aklıma paylaşmak istediğim bazı düşünceler getirmişti ama yazmak ancak şimdi nasip oluyor.

Öncelikle; bu tür kazaların aslında sadece bize mahsus olmadığını, insanoğlunun yaşadığı her yerde meydana gelebileceğini hatırlattı bana bu kaza. Zira aynı kaza bizde olsaydı bir an bizim medyanın bu hadiseye yaklaşımını "galiba zihniyetlerin geri kalmışlığının tüm örneklerini yansıtan cümlelerle kurulu metinler ortaya çıkarırdı bizim gazetelerimiz" diye düşündüm.

Fakat bahsettiğim bu kazanın hemen öncesinde bir inşaat alanındaki çadır yangınında 11 işçinin vefatında da düşündüğüm bir şey vardı ki; aslında paylaşmayı istediğim husus da o idi; bu tür ölüm haberleri, ve sair olumsuz tüm haberler toplum ve ferd vicdanını olumsuz biçimde derinden etkiliyor. Mesela 100 yıl önce yaşayan insanlar bu tür hadiselerin sadece kendi etrafındakilerden haberdar oluyorlardı ve muhtemelen bundan dolayı daha rahat bir psikolojiye sahiptiler. Ve yine aynı sebepten bu hadiselere karşı da daha duyarlı idiler.

Oysa şimdi 1 saat önce İsviçre'de meydana gelen kazayı hepimiz duyuyoruz. Bu hem olaylar karşısındaki duyarlılığımızı zedeliyor hem de pozitif enerjimizin eksilmesine neden oluyor.

Kaldı ki haberciliğin temel ilkelerinden birinin "köpeği ısıran insanın haber değeri taşıdığı" düşünülürse esasen haberlerin genel olarak ne faydası var diye de ayrıca düşünmek lazım.

Bununla beraber mevcut vaziyetin önüne geçmek mümkün değil.

1 Haziran 2012

Camia/Hizmet ve Cemaatler

Önce Ekrem Dumanlı'nın kendilerini "camia", daha sonra bir başkasının da "hizmet" olarak tanımlaması esasen bana sakıncalı ifadeler olarak görünmüştü. Çünkü, toplumdan kendilerine camia denilmesi istenirken sunulan gerekçeler diğer cemaatleri farklı bir konuma oturtma ve ötekileştirme manalarını da ihtiva ediyordu. Hizmet ise sadece bir gruba mal edilemeyecek kadar önemli bir isimdi ve bunu sahiplenmek "sadece biz hizmet ediyoruz" anlamına geliyordu.

Tüm bu yaklaşımlar sonrasında ve sanıyorum biraz da MİT-Emniyet çekişmesinin de getirdiği son hassas dengelerin ayarındaki oynamaların akabinde ne yazık ki camia/hizmet ile cemaatler arasında anlaşılmaz bir çatışma meydana geldi. Hatta bu çatışma ortamına sebep olarak bir de Risale-i Nur eserlerinin sadeleştirilme çalışmalarını da ekleyebiliriz.

Şüphesiz bu durum ne camia/hizmet için ne de diğer cemaatler için istenilen bir durum olmamakla beraber ne yazık ki her iki taraf da fütursuzca saldırılara devam ediyor.

Bir tarafın vehmi veya gerçek bir güç elde ettiği aşikar fakat bu gücün istismarı, verdiği sarhoşluk duygusu ve kendileri haricindekileri küçümseyip hatta hain diye yaftalamak en başında camia/hizmet'in çıkış noktası olan diyalog ve hoşgörü manalarına ters düşmektedir. Özellikle eğer halen kendileri için en önemli kaynaklardan biri olarak görülüyor ise Risale-i Nur eserlerinden uhuvvet bahsini tekrar be tekrar okumalarını tavsiye ediyorum.

Diğer cemaatlerin de dünyevileşme sürecine girme tehlikesinin farkına vararak derhal asıl amaçlarına yönelmeleri, cemaat/hizmet olgusuna karşı duruşlarını kontrol ederek gereken hoşgörü ve diyalogu onlardan esirgememelerini ve iki kahramanın kavgasında küçük bir çocuğun iki kahramanı da alt edebileceği gerçeğini unutmadan kendilerine çeki düzen vermeleri gerektiği kanaatindeyim.

Son olarak "Arap Baharı"nın mimarı olarak görülen sosyal medyanın aslında yukarıda belirttiğim çatışmaya da kaynak olduğunu gözlemlediğimi belirtmek isterim. Zira mobilize olunan bu dönemde anlık duygu ve düşüncelerin çok da önü-arkası düşünülmeden anında paylaşılması bir anda bir çığa dönüşme potansiyeli taşıdığı gerçeği göz ardı ediliyor.

Kusuru ve problemleri başka yerlerde aramak derdinde değilim. Fakat dış etkenlerin de varlığını unutmamak kaydı ile esas kusurun ve problemin bizde olduğunu düşünerek bu, sonu hayırlı durmayan gidişe dur demeliyiz.

29 Mayıs 2012

Kan ve Aşk

Hafta sonu uzun zamandır sinemaya gitmediğimi fark edince vizyonda neler var diye göz attım ve gidilecek doğru düzgün bir film bulamayınca her şeye rağmen Kan ve Aşk'ın seyredilebileceğini düşündüm ve gittim.

Benim gençliğimin ilk yıllarına denk gelen ve derin bir duyguyla hissettiğim bir dramın beyaz perdeye aktarılmış olması filmi seyretmeme neden olsa da ne yazık ki beklentimi karşıladığını söyleyemeyeceğim. Zira dramın sadece kadınlara yönelik cinsel suçlar kısmını alıp ayrıca bu sahnelerin de bir kaç defa tekraren gösterilmesi doğrusu dram filmi için bir miktar aşırı geldi bana. Filmin ilk sahnelerinde ağlayan bebeğin üzerinden devam edecek bir paralel senaryo daha etkileyici olurdu kanaatimce. Filmin bir çok karakterinin film içinde neredeyse bir anlamı yoktu.

Son olarak, film repliklerine göre savaşın asıl sebebi sanki Müslümanlarmış gibi gösterildiği de söylenebilir. Geçmişte yaşanmış dramatik hikayeler Müslümanlar aleyhine idi. Esasen böyle bir filmin önce Müslümanlar tarafından çekilmesi gerekirdi...

Film seyredilmeyi hak etmiyor kısaca. Puanım; 4/10

25 Mayıs 2012

Avukat

Dün bir davamın 6 veya 7. duruşmasına girdim ve nihayet karar çıktı. Ancak konumuz bu değil.

Bu süreçte karşı tarafın avukatıyla gayet medeni bir şekilde duruşma öncesinde ve sonrasında selamlaşıp sohbet ediyorduk ama ne olduysa dünkü duruşma öncesinde selamlaşmamıza rağmen davayı kaybeden meslektaşım sonrasında salondan arkasını dönüp öyle bir hızla ayrıldı ki ne selam ne kelam...

Benden en az 7-8 yıl daha kıdemli olduğunu düşündüğüm meslektaşımın bu tavrı haliyle üzdü beni. Biz avukatlar işimizi yapan ama asla kendimizi haklarını savunduğumuz kişilerin yerine koymayan insanlarız, olması gereken budur. Kaybeden esasen çoğu zaman avukat değildir, müvekkildir. Nitekim dünkü davada meslektaşım tüm iddia ve savunmalarını hakkıyla yerine getirdi ancak  hakkını savunduğu kişinin/şirketin hataları davanın kendi aleyhlerine sonuçlanmasına neden oldu. 

Sayın meslektaşım, hal böyleyken sen neden kendini gayr-i medeni bir duruşun içine sokuyorsun ki?

23 Mayıs 2012

Eğitim Sistemi Değişsin!

Eğitim sistemini sil baştan değiştiren son kanun değişikliği vesilesi ile en çok tartışılan konulardan biri de şüphesiz Kur'an ve siyer eğitiminin seçmeli ders olarak sunulmasıydı. Bu duruma itiraz edenler en çok söz konusu derslerin seçmeli olmasına rağmen devlet eliyle bir dinin körpe zihinlere dayatılması argümanını kullandılar.

Geçenlerde henüz 4 yaşında olan kızımın "en büyük Atatürk" diyerek tempo tuttuğunu görünce öğrendim ki; cümleyi ilkokul 1. sınıfa giden komşumuzun kızından öğrenmiş. Neredeyse 1 asırdır körpe zihinlere dayatılan bu argümana ses çıkarmayıp dayatma dedikleri seçmeli derslere itiraz edilmesi ne kadar da manidar.
30 sene önce ilk okula giderken Atatürk İlke ve İnkılapları başlığı ile CHP'nin 6 okunu bize de dayattıklarını hatırladım birden. Devlet eliyle belli bir partinin zihniyeti körpecik beyinlerimize dayatılıyordu. İstediğimiz kadar çok partiliyiz diyelim; gerçek ortada. Hala aynı şekilde midir bilmiyorum ama eğitim sistemimizin değiştirilmesi gerektiği ortada...

Not: Resim http://www.sosyalistforum.net/mizah/33869-kemalizmin-sartlari.html adresinden uyarlanmıştır.

18 Mayıs 2012

İçimdeki Yangın

Ortadoğuda süregelen trajediyi tüm detaylarıyla bir filmin ele alabilmesi elbette beklenemez ancak bu trajedinin tam ortasından ufak bir hikayeyi alıp yaşanan trajedinin gölgede kalan kısımlarına dair fikir oluşturmak ve bu trajediyi belleklere kazımak istiyorsanız bu hafta sonu İçimdeki Yangın şeklinde Türkçeleştirilen Incendies filmini izleyebilirsiniz.

Keşke tanıtmayı bu kadar geciktirmeseydim, zira filmi izleyeli 2 aydan fazla oldu ve gerçekten ender etkilendiğim filmlerden biriydi ama ancak fırsat bulabildim.

Filmin ilk kısımları sıkıcı da gelse dişinizi sıkın ve izleyin, sonunda, özellikle de son 5 dakikasında filmi izlemekle ne iyi ettiğinizi hissedeceksiniz. Kanada yapımı olmakla birlikte filmin bizim coğrafyaya ait olması, bu coğrafyaya özlemimin de arttığı bu dönemde beni hiç sıkmadı ama herkes için aynı olmayabilir. Bu yüzden sonunu mutlaka getirin filmin.

Filmi buradan ve buradan inceleyebilirsiniz.

15 Mayıs 2012

Anneler günü mü?

Anneleri 8  yıl önce vefat eden ve S.Arabistan'da yaşayan biri 11 diğeri 20 yaşlarında iki kardeşin cumartesi günü bize gelip anneler gününü bizde geçirmeleri, zaten kültürümde çok yer etmeyen bu güne karşı bende derin bir anlamsızlık oluşturdu.

Pazar sabahı ben tam bu durumda iken twitterda takip ettiklerimden biri, aslında bugünün hem annesizler için hem de çocuğu olmayan anneler için ne kadar zor bir gün olduğunu yazdı. Ardından eşimin "İstanbul bugün sana annesiz yavruların gözlerinden bakacağım. Sessiz ol, sırrını sakla! Anneler gününden haberleri yok" twiti geldi. 

Tüm bunlar yetmezmiş gibi pazar günü gezimizin son durağında uğradığımız AVM'deki süslemelerin sebebini soran büyük kardeşe ne diyeceğimi bilemedim ve -kem -küm ederek bir an evvel oradan uzaklaşmanın yolunu aradım.

Hasıl-ı kelam; dünya yalan!

11 Mayıs 2012

Yazmak

Her yeni bir şey yazmak istediğinizde aklınıza "ben bunu neden yazıyorum?" sorusu geliyorsa ve bunu cevaplayana kadar yazacaklarınızı unutuyorsanız;

1- İhtiyarlık merdivenini tırmanmaya başlamış olabilirsiniz,
2- Hayat sizin için anlamsızlaşmaya başlamış olabilir,
3- Paylaşmayı sevmez olmuşsunuzdur,
4- ............

Listeyi dilediğiniz kadar uzatmak mümkün.

Fakat; ihtiyarlık! Sana inat yazmaya devam edeceğim.

17 Mart 2012

Lisem

Liseyi fotoğrafta görünen sarı binada okudum.


Not: Fotoğraf ne yazık ki bana ait değil. Bilgisayarda çok önceden kayıtlı imiş, kim çekmişse hakkını helal eder inşallah. 

12 Mart 2012

Öncelik Sonralık

Ağabeyimin milletvekili olmasından bu yana yaşadığım iki şey beni gerçekten rahatsız ediyor. Birincisi; eğer ben, babamı tanıyan birilerine tanıtılıyorsam "filanın oğlu" değil de "filanın kardeşi" diye tanıtılmam. İkincisi ise; her ikisini de tanıyan insanların babamı hiç sormayıp ağabeyimi sorması ya da önce ağabeyimin sorulup sonra babamın sorulması.

Bu biraz da belki babamın üzerinde taşıdığı bilinen kimliğinin benim açımdan daha değerli olması ve herkes tarafından da bu şekilde algılanması isteğinden kaynaklanıyor olabilir.

Muhtemelen bu yazdıklarımı ağabeyim de okuyacaktır ama onun da benden farklı düşünmeyeceği kanaatindeyim ben.

8 Mart 2012

Dünya Kadınlar Günü

Şamil Tayyar'ın twitterda paylaştığı şu twiti okuyunca aklıma birden 6 yıl önce benim de aynı duygularla yazdığım satırlarım aklıma geldi. Ve geçmişe bir yolculuk olsun istedim. İşte o satırlarım; 

Dünya Erkekler Gün(leri)ü

2 Mart 2012

Cleopatra Stratan

Geçtiğimiz günlerde bir arkadaşımın facebook sayfasında rastladığım 2002 doğumlu Cleopatra Stratan'ın müziği ve sesi beni etkiledi. Biraz araştırınca meğer ailecek müzikle uğraşıyorlarmış. Ukraynalı imiş ve mtv ödülü bile almış. İlk albümünü ise henüz 3 yaşında iken çıkarmış. Şimdi hep beraber bir kaç gündür dilime pelesenk olan parçasını izleyelim;

pub şa La La La Laaaaa Lalalalala


24 Şubat 2012

Makro mu, Mikro mu?

2010'un sonunda veda ettiğim blogu bu kadar sürede tekrar aktif etmeyi düşünmüyordum işin açıkçası. Daha da doğrusu tekrar aktif ettiğimi söylemek için de henüz erken. Neticede burayı kendim için yazdığım kadar okunması için de yazıyorum. Blogun okunduğunu ve takip edildiğini bilmek isterim elbette.

Hali hazırda mikro blog olarak da adlandırılan twitterda aktif sayılırım. Fakat hala içimde blogda geçirdiğim 5 yılın özlemi de saklı. Twitter buranın tadını hiç bir zaman veremedi, veremiyor.

Bismillah diyelim ama akıbetine sonra karar verelim.

28 Aralık 2010

Elveda!

Aralık 2010 itibarıyla blogum 5. yılını tamamladı. Tam 5 yıldır hemen hemen ara vermeden çeşitli konulardaki düşüncelerimi, duygularımı, kendi çektiğim fotoğraflarla beraber başkalarına ait beğendiğim fotoğrafları, kimi yazarların ve bloggerların yazılarını, kısacası birçok şeyi daimi ziyaretçi sayım olan 5-10, bazen 20 kişi ile, google ve benzeri yollardan gelen yüzlerce kişi ile paylaştım.

Bu platformu önemsedim. Yazdıklarıma, paylaştıklarıma; bunun yanında dil kurallarından, konu seçimine kadar her ayrıntıya elimden geldiğince azami dikkat etmeye çalıştım. Kişileri incitmemek en önemli önceliğimdi, umuyorum böyle bir sıkıntı yaşayan ziyaretçim olmamıştır.

Bir blog için bence 5 yıl önemli bir zaman dilimi. Benimle beraber başlayan birçok blog bugün yok. Var olanlarsa tabiri caiz ise can çekişiyorlar. Zaman zaman benzer durumları benim blog da yaşadı ancak her şeye rağmen canlılığını koruyan bir blogum vardı diye düşünüyorum. 5 yıldır toplam 496 adet yayınım olmuş. Bu da senede ortalama 100 yayına tekabül ediyor ki, hiç de fena bir rakam değil. 2009 yılının ilk iki ayı hariç, hemen hiç bir ay blogumu yayınsız bırakmamışım.

Neticeye gelecek olursak, her şeyin bir ömrü olduğu gibi bu blogun da bir ömrü olmalı. Blog bir kaç gün daha açık olacak. Muhtemelen yılbaşı akşamı ise kapanacak.

Bu vesile ile başta bloguma ilk zamanlarda yazdıkları yazılar ile katkıda bulunan Tuğrul Cenker'e, Fethi Kaya'ya, Fatih İşgören'e ve A. Selim Can'a, ayrıca yorumlarıyla her zaman bloga renk katan değerli Mehmet Abi'ye, yine blogumu şu ana kadar izlemeye alan 9 kişiye, diğer tüm ziyaretçilere ve yorumculara teşekkürlerimi sunuyorum.

Hayatta olursam ve Blogger da hizmete devam ediyor olursa tam 5 yıl sonra blogu tekrar açıp eski yazı ve yorumların okunabilmesini sağlamayı düşünüyorum.

Sağlıkla kalın...