1 Ekim 2007

Malezya mı Türkiyelileşti, Türkiye mi Malezyalılaşıyor?

Klasik, modern, post modern derken birçok darbe modellerimiz oldu ancak medyamız halen yeni bir darbe metodu üretemedi. Aklı 28 Şubat’ta kalan derin medya aynı nakaratı söylemekten usanmadı. Önce otobüse namaz molası verdirdiler. Sonra Almanya uçağında kıble meselesini manşetlerine taşıdılar. Şimdi de Kâğıthane’de meydana gelmiş münferit bir hadiseyi oruç dayağı diye sunuyorlar.

Mahalle sakinlerine öyle bir “medya baskısı” uyguluyorlar ki Türkiye’nin elden gittiğini düşündürüyorlar. Bizim hatırlamadığımız dönemlerde Türkiye’de insanlara Moskova korkusu verilirmiş. Humeyni devriminden sonra İran korkusu verilmeye başlandı. İran, Türkiye’nin örf ve kültürüne aykırı bir devlet olduğu kadar İslami açıdan bakılacak olunsa tarih boyunca Türkiye Sünniliğin, İran ise Şiiliğin merkezi olarak görülmüştür ki bu bile başlı başına Türkiye’nin asla İranlaşamayacağının göstergesidir. Ancak ısrarla bu korku verildi insanlarımıza. Bir zaman geldi, Cezayir sunuldu önümüze. İslami bir hareketin oylarını yükseltmesi ile gündeme gelen Cezayirleşme korkusu da fiyaskoydu, çünkü oradaki hareketlerde silahlı mücadele mantığı vardı. Oysa Türkiye’de bölücü terör haricinde silahlı mücadeleyi benimseyen hiçbir hareket göremezsiniz.

En son Malezyalılaşmadan bahsedilmeye başlandı. Esasında bu benzetme derin medyamız açısından ciddi bir gelişme olarak da görülebilir. İran ve Cezayir örneklerinden sonra Malezya örneği medyamızın artık biraz daha gerçekçi olmaya başladığını gösterir. Bu cümlemle Malezyalılaşma sürecinin varlığını doğrulamış olmuyorum. Ancak Malezya örneğinin önceki iki örneğe göre Türkiye ile daha bir benzerlikleri olduğunu söylemeye çalışıyorum. Bir başka açıdan yaklaşacak olursak esasında Malezya’nın Türkiyeleşmesinden bile bahsedilebilir. Çünkü Türkiye’nin farklı kimlik ve dinlere karşı ve geleneksel hoşgörü anlayışı onlarda da mevcut v eyerleşmiş durumda. Başlıca Malay, Çin ve Hint milletlerinden oluşan Malezya’da bugün bir Ramazan Bayramı Müslüman olmayan Çinli Budist ve Taoistler tarafından da kutlandığı kadar Hindular tarafından da kutlanıyor. Mesela Çinlilerin yılda bir kez kutladıkları Bereket Bayramında da Müslüman Malaylar Çinlileri kutluyor ve sokak karnavallarını alkışlıyorlar. Eğer korkulan bunlarsa medyamızın vay haline. Yoksa korkulan Malezya’da kişi başına milli gelirin yüksekliği ile beraber adil dağılım oranın en yüksek olduğu ekonomilerden biri olması mı? Ya da bizim ihracatçılarımızın 100 milyar doları bulduk sevinci ile kendilerine ant yaptıkları 2007 senesinin rakamlarını Malezyalıların 25 milyonluk nüfusları ile 2000 yılında yakalamış olmaları mı korkulan?

Türkiye içimizdeki bir takım aklıevvellerin bile anlayamayacağı güç ve kudrette, başkalaşma meyli göstermeyi bir tarafa bırakın, başkalarının kendisine benzetileceği güçlü bir kimlik sahibi ülkedir. Ülkemizi, yer küreyi döndürüp parmağımızla durdurduğumuz ülkeye benzetme hobisinden ve fobisinden artık kurtulmamız gerekiyor. Bu korkularla yaşamak hiç kimseye fayda sağlamaz. Yoksa 50 yıllık mazisi olan bir ülke bizim onca yıllık birikimimizi, tecrübemizi, farklılıklarımızla yaşama bilincimizi aşar, geçer ve biz halen onları seyretmeye devam ederiz.

Silkinme vakti geldi artık. Kişisel iktidarlarımızın ve menfaatlerimizin ülke ve millet menfaatinden üstün olamayacağını anlamamız gerekiyor. Gemi batarsa hep beraber batacağız. Ama yürürse de hep beraber yürüyeceğiz.

Bu gemi öyle ya da böyle yürüyecek, bari ucundan da olsa hep beraber tutalım.

30 Eylül 2007

Ramazan

İçinde bulunduğumuz değerli zaman dilimlerini nasıl geçiriyoruz diye düşünürken önümdeki kitaptan okuduğum şu kıssa birden iftarını açmakta zorlananları getirdi aklıma.

Açlıktan takatı kalmayan biri Peygamberimize geliyor ve durumunu izah ediyor. Peygamberimiz bu zatı gece konaklayacak birini sorduğunda Ensar'dan biri "ben" diye atlıyor ve evine götürüyor.

Evin hanımı "çocukların azığından başka bir şey yok" diyor eşine. "Çocukları avut, sonra da uyut" diyor sahabe. "Yemek için konuğumuzla içeri girdiğimizde bir düzenle kandili de söndür, ona bizim de yediğimizi göster" diyor.

Nihayet çocuklar uyutuluyor, kandiller bir düzenle söndürülüyor, karı-koca aç kalıyor ve misafir doyuruluyor. Ertesi gün Allah Resülü; "Allah, sizin bu gece misafirinize yaptığınızdan pek hoşnut oldu" buyuruyor.

Fakir fukarayı düşünenlere, iftar etmelerine vesile olanlara ne mutlu. İnsana huzur verecek böyle bir ibadeti yapmak için hala 10 günden fazla vaktimiz var.

23 Eylül 2007

Mahalle Baskısı mı Dediniz? O Ne?

Son günlerin popüler tabiri mahalle baskısını toplum yıllardır yaşıyor ama ne hikmetse şimdi gündeme geldi bu baskı. Niçin? Çünkü baskıyı uygulayanların farklılaşacağı öngörüsü var. Önceleri baskıyı uygulayanlar şimdi kendilerine baskı yapılacak korkusundalar.

Türkiye Medine Bircan’ı unutmadı. 2002 senesinde İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesine getirilen kanser hastası Medine Bircan’ın sağlık karnesindeki fotoğrafı başörtülü olduğu için tedavi edilmemiş ve hayatını kaybetmişti. Mahalle baskısı mı dediniz? Hayır, bu hastane baskısıydı.

Yıllardır üniversitelerin kapısında başlarını açmak zorunda kalan başörtülü öğrencilerin yaşadıkları da mahalle baskısı değildi. İkna odalarının kâşifi bugünkü CHP’nin milletvekili olan Nur Serter baskısıydı onun adı da.

Demokrasi bayramı niteliğinde sayılabilecek bir katılımla ve neticesi itibari ile mecliste büyük bir çoğunluğun temsilini sağlayan 22 Temmuz seçimlerinden çıkan sonuçların demokrasimiz için ne kadar anlamlı olduğu gün gibi ortada iken derin medyanın demokrasi abası altından sürekli darbe sopasını göstermesi de mahalle baskısı değil. Onun adına medya baskısı deniyor.

Rahmetli Turgut Özal sayesinde utancından kurtulduğumuz eski ceza yasasının 141,142 ve 163. maddeleri sayesinde, bugün başbakan olan bir kişinin cezalandırılmasına neden olan 312. madde sayesinde ömürleri adliye koridorları ile cezaevleri koğuşlarında geçmiş düşünce mağdurlarının üzerindeki baskı da mahalle baskısı değildi. O baskı da kanun baskısıydı.

Evet, çeşitli baskıları burada tek tek vasıflandırıp adlandırmaya kalkışsak yer darlığı çekilir. Türkiye’de türban veya başörtüsü üzerinden yaşanan bir iktidar mücadelesi var. Esasında sorunun tanımı bu. Türban ya da başörtüsünün bunu istemeyenler açısından çok da bir ehemmiyetinin olduğu kanaatinde değilim. Sorunun kaynağı bürokrat elitin iktidarını halka kaptırmak istememesidir. Kısaca bürokrasi demokrasiye direniyor.

17 Eylül 2007

Taksiler Kayboldu

Medya günlerdir İstanbul'da 17 Eylül paranoyasını pompaladı insanlara. Okulların başladığı bu ilk günde 2 milyondan fazla öğrenci ders başı yapacak ve 16 bin servis aracı trafiğe çıkacaktı.

Tüm bunları göz önüne alan idare gerekli önlemleri aldı. Ancak öyle doğru bir önlem almıştı ki bugün İstanbul'da medyanın beklediği olmadıysa bunda en büyük etken kanaatimce o karardı. Bugün taksiler sabah ve akşam belli saatlerde öğrenci ve velilere % 50 indirimli taşımacılık hizmeti verecekti. İşte bu kararın sayesinde sabah trafik yoğunluğu yaşanmadı İstanbul'da. Çünkü yollarda hemen hiç ticari taksi yoktu. Yolları tapulu malları gibi kullanan taksicilerin % 50 indirimli taşımaktansa evimde yatarım düşüncesi tarfiğ yeterince rahatlatmıştı.

Bu kararından dolayı idareyi tebrik ediyorum.