7 Mart 2006

Anne Evde misin?

Geçenlerde ikinci dönem olağan öğrenci değerlendirmelerinde dikkatimi çekti Mert. Sınıfta arkalarda oturan, bırakın parmak kaldırarak derse iştiraki siz kaldırsanız da ağzından lafı kerpetenle aldığınız, normalde yoklamayı zihnimden yaparken o, sınıfta mı diye kafamı kaldırıp arkalara bakarak eğilmiş sırasından yarım yamalak görebildiğim sessiz, kendi dünyasında kaybolmuş bir talebem Mert. Hal böyle olunca ders başarıları da malum…

Öğretmenlik tabiki şefkat işi... Zaten Mert gibi öğrencilere de şefkat etmemek mümkün değil… Evet Anadolu’ nun ücra bir köyünde fakir bir ailenin sekiz çocuğundan biri değil Mert; tam tersi anne avukat, baba mühendis olan bir ailenin tek evladı…Tabi akla hemen "E kardeşim neyine acıyorsun bu çocuğun sen" diye bir soru geliyor. İşte toplantıda öğrendiklerime acıyorum ben de.

Mert, 16:00 da okuldan ayrılıyor evi de okula çok yakın olduğu için çabucak evine gidiyor ama kapının zilini çalarak girmiyor içeriye kendi anahtarıyla giriyor ve içeride de dünyalar tatlısı şefkat abidesi bir valide sıcacık yemeğiyle beklemiyor onu… duvarlar, soğuk duvarlar… Eee aile düşünceli Allah için, evde dev ekran, en iyisinden bilgisayar, oyun aletleri … her şey tamam da ufacık bir şey eksik kalıvermiş sanki! Tabi saat 17, saat 18, saat 19… ne gelen ne giden var… saatler 21 suları ellerinde bir çanta dolusu evrakla anne yorgun bitkin bir şekilde evde artık. 22 gibi de ondan daha yorgun ve stresli bir baba tüm şefkatiyle… işte huzurlu, tatlı bir aile!

Mert’e niçin mi acıyorum demiştik? Evet, belki Anadolu’nun köyündeki çocuğun oyun aletleri yok, ne gerek zaten tüm dışarısı oyun alanı ona… Ama eve geldiğinde onu karşılayan şefkatlisi var ya… İşte o şefkat o köyden müdürler, hatta o şefkat o köyden reisler, reis-i cumhurlar çıkarmaz mı dersiniz… Ya evde içeriden iyice kilitlediği kapının arkasında saatlerce şefkati bekleyeni bekletenden ne çıkar dersiniz?

Ya Mert’i bekleten bunu Mert için Mert’in geleceği ve ferahı için yapıyor dersek ne dersiniz? Bu arada Mert, henüz 13 yaşında tatlı mı tatlı bi yumurcak…

Bu vesileyle Sevgili Anneciğime; ilk adımlarımı atmaya çalışırken elimden tutan, yarım yamalakda olsa ilk sözcüklerimi söylerken heyecanla dinleyen, gülücüklerimin her anına şükreden, ağladığımda sesimi ilk duyan, sabah hiçbir işi yokken sırf beni okula yolcu etmek için kalkan, en önemlisi de akşam geldiğimde içten gülücükleriyle karşılayarak bana samimiyeti öğreten sevgili anneme şükranlarımı sunuyorum…

Fatih İşgören

6 Mart 2006

Yeni Yazar

Tek yazarı olduğum ve yorumlarınızla iştirak ettiğiniz blogumun bundan böyle bir yazarı daha var. Daha çok eğitim konularında bloguma katkı sağlayacak olan kuzenim Fatih İşgören, İstanbul'da özel bir okulda Edebiyat öğretmenliği yapıyor. Zaman zaman edib rumuzuyla yorumlarını okuduğumuz Fatih'e yazılarıyla yapacağı katkılarından dolayı şimdiden teşekkür eder, yazılarının istifadelere vesile olmasını temenni ederim.

Bu vesile ile blogumda yazmak isteyen başka arkadaşlar da olursa kapımızın açık olduğunu belirtirim. Bu konu ile ilgili görüşmek isteyenler lütfen elekronik posta adresime bir posta göndersinler.

3 Mart 2006

Sabırtaşı

Bloglarda yoğun olarak yeme içme konusu işlendiğinden benim de aklıma geçen hafta da gittiğim, gittiğim günden beri "bunu da yazayım" dediğim Sabırtaşı Restoranı geldi.

Restoranın sahibini son 10-15 yılda İstanbulda yaşayıp da İstiklal Caddesini turlayan hemen herkes tanır. Yıllarca kravatı, beyaz önlüğü ve sıcak gülümseyişi ile cadde üzerinde açtığı tezgahında içli köfte satan Ali Topçuoğlu amca... Amca diyorum, çünkü onunla artık aramızda samimi bir bağ oluştu. Ben -ki, beni tanıyan arkadaşlar çok iyi bilirler, her yerden yemem içmem- bazı zamanlar sırf onun o tezgahından köfte yemek için İstikalale giderdim. Beni celbeden tabi ki onun o sıcacık gülümseyişi ve üstüne başına, tezgahına verdiği önemdi. İlk cazibe nedenine içli köftesinin muhteşem tadı da eklenince benim vazgeçilmezlerim arasına girdi.

Peki Sabırtaşı nerden geliyordu? Ali amca, Kahramanmaraş'lı ve bir zamanlar oranın itibarlı esnafından biri imiş. Ancak 1988'de iflas ediyor ve İstanbul'a yerleşiyor. bu arada işsizlik yüzünden eşinin yaptığı içli köfteleri satmaya başlıyor ve bu şekilde yıllarca tezgah başında içli köfte ile geçiniyor. Geçinmekten de öte, iflasın neticesinde oluşan borçlarını ödüyor. Sonunda yaklaşık 1,5-2 yıl önce kredi ile İstiklal Caddesinde bu isim altında restoranını açıyor. Aslında çok acı ve çok ibret verici bir hayatı var Ali amcanın. Özel sohbetimizde anlattığı için biliyorum ama o anlattıklarını burada bahsetmemin doğru olmayacağını düşünüyorum. Fakat şundan emin olabilrsiniz ki, hayatı belgesel olarak çekilmesi gereken ender şahıslardan biri o bence.

Bir kaç haberi çıkmıştı, bunları sizlerle paylaşmak için internette ararken başka bir blogda onun içli köftesinin yazıldığını gördüm. O yazı ile bereber Ali amca ile ilgili bir haberi de sizlerle paylaşıyorum. Eğer İstanbul'daysanız ya da yolunuz İstanbul'a düşerse Sabırtaşına mutlaka uğrayın derim. Köfte yerken de Ali amcanın hiç bozulmamış sıcacık üslubu ile kendi hikayesini dinlemeye çalışın.