28 Şubat 2006

28 Şubat 1997

Tam 9 yıl oldu, 28 şubat 1997 tarihindeki o meşhur MGK toplantısına.

Kuşkusuz o sürecin hedefi dindarlardı. Bunu açıklıkla ifade etmek gerekir. Ve o süreç 1000 yıl da olsa devam edecek denilecek kadar sahiplenilmiş bir süreçti. Dün gibi gelen ama gerçekten uzun bir zaman geçmiş olan o süreçten geriye neler kaldı? O süreç neleri değiştirdi;

1 - O tarihe kadar dindar kesim için Avrupa Birliği önlerindeki en büyük tehditti, düşmandı. O tarihten sonra kurtarıcı olarak görülmeye başlandı. Denize düşenin yılana sarılması misali.

2 - 28 Şubat öncesi dindar kesimde ciddi bir rehavet oluşmuştu.
Özellikle '80 sonrasının politikadan uzaklaştırma uygulaması neticesinde dindar kesim her şeyin istedikleri gibi olduğu varsayımıyla hayatlarına devam ediyorlardı. İmam hatipler başarılıydı, oralar "bizim okullar"dı. Kur'an kurslarına karışan yoktu, legal ya da illegal olması önemli değildi. Başörtüsü serbestti. Herkeste bunun rehaveti vardı. O günden sonra gerçeklerin çok farklı olduğunu gördü dindar kesim.

3 - Gerçekleri görmek yaradı mı peki? Çok küçük bir kesime yaradı belki ama büyük bir kesim için ne yazık ki yaramadı. Dik duruş sergilenemedi. Taviz üstüne tavizler verildi. Üstelik o kadar alakasız tavizlerdi ki bunlar, bir kesim dindarları aşağılayıcı bile oldu diye düşünüyorum. Ayrıca o süreçle dindarllık yozlaşmaya başladı.

4 - Dindar kesim bu süreçten biraz da paranoya ile çıktı ne yazık ki. Her hareketinin, her görüşmesinin kısaca her yaptığının gözlemlendiğini ve aleyhine kullanılabileceğini düşündü. Aslında 28 şubatçılar bir konuda daha başarılı olmuşlardı böylece, paranoyak bir dindar toplum oluşturmuşlardı.

Benim görüşlerim, düşüncelerim bunlar... Elbette eklenebilecek çok şey var. Bu konu da bu kadar sığ değil ama benim amacım burada her konuya en detaylı şekliyle yaklaşmak değil. Sadece yapabilidğim kadarıyla akla kapı açabilmek ve konuyu yorumlarla zenginleştirebilmek.

27 Şubat 2006

Beyazıt Meydanı

Aynı duyguları paylaştığımız, aynı dönemlerde farklı fakültelerde ama aynı üniveristede okudumuğumuz bir arkadaşımın kaleminden Beyazıt Meydanı.


BEYAZIT MEYDANINDA KENDİ AYAK SESLERİNİ DİNLEMEK

İstanbulda yaşanabilecek en istisna duygu, beyazıt meydanında sabah erken vakitlerde kendi ayak sesini dinlemektir. Bu meydanı başka şekilde terkedilmiş bulamazsınız. En sevdiğiniz kadını hiç istemediğiniz bir zamanda bile kabul edebiliyorsanız, beyazıt meydanını da o kadar bencilce sevebilirsiniz. Farkında olmadan hem de.

Gündüzleri herkesin, öğrenci, işsiz, seyyar satıcı, turist, fahişe, protestocunun vazgeçemediği bir saray kadını, geceleri ise hiç kimsenin yüzüne bakmadığı ihtiyar bir hizmetçiye döner, beyazıt meydanı.

Güvercin seslerinin uzaklaştığı zamanlarda, meydanın parke taşlarındaki ıslaklık tüm şehre bir kuzey ülkesi görüntüsü verir. Sisli havalar beyaz gecelere döner, yaşamak herkes için biraz daha duygusal temalar işlemeye başlar. Sabah gün ışıklarıyla birlikte savaş muhacirlerinin göç yollarını andıran beyazıt meydanı, Vezneciler durağı ve Haşim İşcan'da otobüsten inenlerle, üniversite tramvay durağının yolcularının "doğu"ya gittikleri ironik bir sembol cümbüşünü yaratır. Beyazıt meydanı...

Öğleye doğru nefes alma vakti bulan bu meydan hiçbir zaman kendi gururunu yaşayamaz. Arkasında dört yıl boyun eğerek altından geçtiğim İstanbul Üniversitesinin "üniversite" denince akla gelen ilk imaj olan muhteşem kapısının ağırlığı altında ezilir, camiin gölgesinde erir, Sahhaflarda yayılan kitap kokusu ile büyülenir, Çınaraltının "old fashion" tutkusu ile bir divan şairini anımsatır.

Beyazıt Meydanı, Çemberlitaş'tan açılan koridorla başlayan bu sonsuzluk ülkesinde, yaşamı insana hizmete dönüştüren nice envanteriyle bir büyü kuşağı oluverip biter. Kış akşamlarının sararan kentinde güneş batarken Çemberlitaş'tan Beyazıt'a yürümek yalnızlığımı sevdiğim, kendimle en hoşnut olduğum tek vakitlerdir. Herhangi bir kent ortaoyununu seyredip yaşadıktan sonra hüzünlü olan herşeyi yaşamın vazgeçilmez bir yüzü sayarak bu saatlerde yalnız kalmanın derin bir keyfi olur bende. Sarıldığım tüm dostlarım ayrılır, ardından koştuğum bütün trenler uzaklaşır ve nihayet saatlerce bakıştığımız güneş ufku terkeder.

Mehmet Ali Paşa Medresesinde içilen nargilelerin zihinlerde bıraktığı hoşlukla çıkılan bu yolda, öncelikle yaz aylarında Birlik bahçesinde soğuk su içmek, kitaplara bakmak, yolboyu uzanan gümüş sergilerinde seçme şansını kullanmak, Rusya pazarının yavaşlamasıyla birlikte tavla atmaya başlayan esnafın kanaatkar dünyasının izlemek ve cepte kalan son otobüs bileti ile Bakırköy, Taksim, Eyüp otobüslerinden birine atlayıp ordan uzaklaşmak enfes bir duygudur. Bazen gün bitmez. Ordu caddesinden aşağı güneşle beraber dökülmek, kaldırımları işgal eden doğu bloku kadınlarının elvan çeşit "kürk" pazarlama tekniklerini atlatarak Yusufpaşa'nın yalnızlığından, Haseki'nin durgunluğundan sıyrılarak Fındıkzade'de marjinal şeyler takılıp, Şehremini, Çapa, Topkapı'ya kadar da yürümek mümkün tabii.

Aslında Beyazıt Meyadanı'nın herkesle paylaşılmayan bir tutkusu daha var. O muhteşem üniversite kapısının arkasındaki kampüs ağaçları altında oturmak, uzanmak, yatmak. Bir çok üniversitelinin yaptığı, en azından yapabilme yeteneklerini yokladığı bu özel anıları paylaşma cesaretini kendimizde bulmamız güçtür. Paylaşanlar anlatırsa natürellik dağılmamış olur.

Meydanın daha arkasında ise koca bir kültür var. Vefa-Süleymaniye. Derse girmeyi değil "kırık" yaşamayı seven öğrencilerin okey, tavla oynadığı, karın doyurduğu, "not" peşinde koştuğu dev bir arkabahçe Vefa-Süleymaniye. Yabancı Diller okuluna açılan bu koridorda onlarca cafe, pideci vb " suç odağı" mahaller en tatlı anıların bırakıldığı yerlerdir. Benim arkadaşlarımın anılarının kaldığı yerler Özlem ya da Sarmaşık'ta okey oynamak, Saray'da pide yemek, GençlikCopy'den not toplamaktır sanırım. Bu meydan böyle bir güzellemedir şehrin aynasında duran. Bu meydan da her güneşle beraber ayak sesleri birbirine karışır. Sen, ayak sesini dinlemek istersen, çok daha erken çık meydanlara...

10 Temmuz 2002 / Ankara - Veysel ÇIPLAK

26 Şubat 2006

Sanat! Kim İçin?

Lisede edebiyat derslerinin en vazgeçilmez tartışmalarından biriydi, sanatın kim için yapılacağı? İki görüş vardı, sanat sanat için yapılır diyenler ve sanat halk için yapılır diyenler.


Bu gece katıldığım
proğram beni o derslerimize götürdü biraz da. Ahmet Özhan sahnedeki performansı ile, sesi ile bütün izleyicileri büyüledi adeta. Sesini kullanmasını çok iyi bilen sanatçılardan biri, çok iyi eğitilmiş güzel bir sese sahip. Ekibinin de hakkını vermek gerekir elbette. Ben oldum olası ekip halindeki çalışmalara gıpta ile bakarım. 20 kişi aynı notaları farklı enstrümanlarla birbirlerine muhalefet etmeden çalıyor ve dinletiyorlarsa bu emeğe saygı duymak gerekir. Ahmet Özhan'ın tasavvufi terbiyesinin ise konuşmasından duruşuna kadar hareketlerindeki nezakete kadar yansıdığını da zikretmeden geçmemek lazım.

Ve bu insanların, yıllar önce edebiyat dersindeki tartışmada edebiyat hocamızın sanatın ne için yapıldığına dair fikrimi sorduğunda verdiğim cevaptaki amaç için yaptıklarını düşündüm ben de; icra ettikleri sanatlarıyla SANAT, SANATKAR İÇİN YAPILIR diyorlardı adeta.