23 Ağustos 2014

Paylaş, paylaş, paylaş!

Başlığa bakıp da cebimizdekileri, soframızdakileri paylaşmaktan bahsedeceğim sanılmasın. Onlar zaten unutuldu, şimdilerde sofralarımızın resimleri paylaşılır oldu.

Blogu ilk açtığım dönemler blogculuk şimdiki "twittercılık" gibi bir şeydi. Elbette twitter kadar yaygın değildi. Ona rağmen nefis muhasebesine girip, eşine, dostuna, çocuklarına zaman ayıramadığı kaygısıyla blogculuğu terk eden ya da etmek isteyen bloggerlar hatırlıyorum. Acaba o arkadaşlar şimdi ne durumdalar? Bunca sosyal medya ağı altında esir mi oldular yoksa kendilerini eş, dost ve çocuklarına mı adadılar?

Sosyolojiye eskiden beri merakım vardır. Şimdilerde sosyoloji üzerine yüksek lisans filan yapıyor olsaydım büyük bir ihtimalle "sosyal medya sosyolojisi" üzerinde bir çalışma yapardım galiba. Muhtemelen yapanlar vardır.



Bugün ben de "sosyal medyada" seyrettiğim bir videoda Cübbeli Ahmet Hoca'nın yediğini içtiğini sosyal medyada paylaşanlara yönelik söylediklerini dinleyince insanoğlunun özellikle son yıllarda geçirdiği değişimi düşündüm. Herhangi bir "gerçek" ortamda fikir beyan etmekten aciz nice insan şu an kendisini sanal alemde ahkam kestiği alanda dünyanın en iyi analisti olarak görüyor. 140 karakterle devletleri yönetenler, insanların inançlarını sorgulayanlar...


İnsanlar sosyal medyada keşke yediklerini içtiklerini paylaşsalar sadece; akıllarına gelen her düşünceyi hiç bir süzgece tabi tutmadan, duydukları her haberi kendi menfaatlerine uygunsa doğruluğunu hiç sorgulamadan, gördükleri her olumsuzluğu oluşturacağı vicdan tahribatını hiç gözetmeksizin paylaşıyor milyonlarca insan. Hashtag denilen başlıkların neye ve kime hizmet ettiğini düşünen twitter kullanıcısı yüzde bir bile değildir.

Sosyal medyanın bir başka versiyonu olan Blogger aracılığıyla bu fikirlerimi paylaşıyor olmam bazılarına tenakuz gibi gelebilir ama emin olun binlerce twitini bir araya getirseniz buraya yazdıklarım gibi bir yazıyı meydana getiremeyeceğiniz o kadar çok twitter kullanıcısı var ki...

Twitter ve diğerlerini, bırakın, kamu spotlarında yıllarca sigara içip içini dökenler kadar rahatlayacaksınız, buna emin olun.

24 Haziran 2014

Herşeye yetişmeye çalışan kadınlar!

Yakınım olan bir hanımefendinin twitter profilini tıkladığımda şu tanımlamayla karşılaşıyorum; "full time anne/part time öğrenci/sometimes aşçı, işçi, kim o deyici." Bu cümle, yazımın ilham kaynağı oldu. Bir sabah erken bir saatte arabada oturup berberin dükkanı açmasını beklerken tam bu cümleyi düşünüyordum ve o esnada önüme park eden bir araçtan inip koşar adımlarla fırından ekmek alan bir kadın dikkatimi çekti. Bu sahne artık yazıyı yazmam gerektiği konusunda beni bir adım öteye taşıdı.

"Modern" dünyanın tartışmasız en sorunlu kısımlarından biri kadınların hayatı... Yuvalarından çıkarılıp annelik vasfı yerine erkekleşme sürecine sokulan da, ama aynı zamanda bir tüketim aracı olarak her tür reklamda arz-ı endam ettirilen de ne yazık ki kadınlar... Ve daha kötüsü bir çoğunun bu hallerini sorgulamak bile akıllarına gelmiyor.


Sabah kalkıp kahvaltı hazırlıyor, sonra çocukları okula yetiştiriyor, dönüşte kocasına sıcak ekmeğini alıyor, kocası işe gidince evin günlük ihtiyaçları için alışveriş yapıyor, spora gidiyor, çocukları okuldan alıyor, akşam yemeğini hazırlıyor, tüm bunların yanında kariyer planlaması yapıyor... Günümüz kadını işte bu... Kadına çizilen ve onun da sorgusuz kabullendiği bu profil ne yazık ki sırtında çalı ile yürüyen kadın resminden çok daha kötü bence... Çünkü o resimdeki kadın evinin ailesinin ve kendisinin gerçek bir ihtiyacını karşılıyor ama günümüz "modern" kadını farkında olmadan kendi ihtiyaçlarından daha ziyade dayatılan modelin mucitlerine hizmet ediyor.


1940'lı yıllarda talebeleri ile birlikte hapishanede yatan bir kanaat önderimizin talebelerinden birinin hanımı kucağındaki ufacık bir bebeğiyle birlikte uzak bir diyardan kocasını ziyarete geliyor. Bu manzarayı gören o zat; "şu kadıncağızın bu kadar mesafeden tek başına buraya kadar gelmesinde Yeni Dünya'daki hürriyet-i nisvan hareketinin etkisi vardır" diyor.

Biz bunları yazınca en başta muhafazakar kesimini kadınları olmak üzere bir çoğu "bizim yaşam tarzımızı tartışmak size mi kaldı" diye sorguluyorlar ama olsun, birilerinin hakikatleri eğip bükmeden anlatması gerek... Erkeklerin hatalarını da kadınlar yazsın, söz, hiç laf etmeyeceğim.

Ahir zamanın alametlerinden biri miydi, erkeklerin kadınlara, kadınların da erkeklere benzemeye başlayacakları...?

9 Nisan 2014

Suriyeliler

Suriye'de yaşanan hadiseler neticesinde bilindiği gibi Türkiye, çok sayıda Suriyeli mülteciye kapısını açıp misafir ediyor. İlk zamanlar kısa bir süre için ve belirli sayıda geldikleri varsayımıyla çok dikkat çekmeyen bazı problemler zaman ilerledikçe ve sayı çoğaldıkça gün yüzüne çıkmaya başladı.

Öncelikle belirtmeliyim ki Türkiye'nin Suriye politikasını her şeye rağmen doğru buluyorum. Tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan sorularına girmeden Türkiye'nin bazı hataları bulunsa da alternatif politika üretmesinin pek mümkün olmadığı ve mevcut politikayı takip etmek durumunda olduğu kanaatindeyim.

Yazımın konusu bu politika değil. Türkiye'de yaşayan Suriyelilerin doğurduğu sosyolojik bir takım problemlerle ilgili gözlemlerimi paylaşmak istiyorum.

Son dönemde Suriyeli Çingenelerin (Romanlar) artış gösterdiği, bunların da genellikle dilencilik yaptıkları çok açık görülebiliyor. İstanbul'da yaklaşık 5 yıldır ikamet ettiğim bölgesinde hiç rastlamadığım dilencilere rastlamaya başladıysam bu problemin kaynağına inilme zamanı gelmiş demektir. Zira bunun önü erken alınmadığı taktirde sonradan önlenemez daha büyük problemlerin çıkması muhtemeldir. Yine iş yerime yakın bir camide kıldığım cuma namazlarından her çıktığımda 15-20 tane Arapça konuşan dilenci çocukların varlığı yine aynı problemin başka bir semtteki örneği.

Diğer bir problem ise genç Suriyeliler. İşsiz ve 20'li yaşlardaki bu gençlerin enerjilerini harcayabilecekleri bir alana yönlendirilmemeleri halinde yakın bir gelecekte bulundukları yerleşim merkezlerinde adli bir takım vukuatların artacağı endişesindeyim. En son ziyaret ettiğim memleketim Hatay'ın Kırıkhan ilçesinde gece geç saatlerde boş gezinen bu türden gençleri gördüm.

Sorunlar belki sadece bunlardan ibaret değil ancak devletin bu ve benzer sorunlara yönelik bir yol haritasının olup olmadığından emin değilim. Yoksa "böyle sorunlar var, bu Suriyelileri gönderelim başımızdan, gitsinler" düşüncesinde değilim. Yazımı bu duygularla yazmadım. Ancak devletin de bu sorunu görmesi ve çözüm üretmesi gerektiği kanaatindeyim.

7 Nisan 2014

Anayasa Mahkemesi

Bilindiği üzere 2010 yılında yapılan anayasa değişikliği ile Anayasa Mahkemesi'ne (AYM) bireysel başvuru hakkı tanınmıştı. Bu hakkın tanınmasındaki temel neden ise Türkiye'nin Avrupa İnsan Hakları Mahkeme'sinde (AİHM) aleyhe açılan dava sayısını bir miktar azaltmaktı.


Peki bu nasıl sağlanacaktı? Teknik bir konu olmakla birlikte herkesin anlayabileceği bir şekilde izah etmeye çalışalım. AİHM'ye başvurabilmek için ülkemizdeki tüm hukuk yollarının tüketilmiş olması gerekiyordu. Yani yerel mahkemede davayı kaybettiniz, temyize gittiniz, orada da kaybettiniz ve karar bu şekilde kesinleşti. İşte bu kararı AİHM'ye götürmeye hak kazanıyorduk. Ancak anayasa değişikliği ile esasen, bir hukuk yolu daha ihdas edildi ve AİHM'ye gitmeden bir de AYM'ye müracaat edilmesi şartı konmuş oldu. Ancak AYM'ye de müracaat ancak tüm diğer hukuk yollarının tüketilmiş olması şartına bağlandı.

AYM ise son twitter kararı ile kendisini 2010 öncesi vesayet sisteminin getirdiği alışkanlıklarla her konudaki en son söz söyleyici konumunda gördüğünü beyan etti. Zira hiçbir hukuk yolu tüketilmeden doğrudan kendilerine yapılmış bir müracaatı esastan karara bağlamasının anlamı ancak budur. Her ne kadar kendilerini haklı gösterecek bir takım hukuki argümanlar kullansalar da netice değişmiyor.

AYM bu yolu açmamalıydı. Bu yolu adet haline getirirse biz vatandaşlara düşen tek bir yol kalır; tüm hukuki ihtilaflarımızı artık doğrudan AYM'nin önüne götürürüz, o da bu anlamsız davranışının altında ezilir. Bu işin tek çözüm yolu şimdilik bu gibi geliyor bana...

4 Nisan 2014

Camiler ve cemevleri

Bugün cuma namazı için gittiğim camide secde edeceğim halının tozunu görünce cami ve cami cemaati adına üzüldüm. Bu gerçekten hak edilmeyen bir durum. Şu kadar imkanların var olduğu, israftan geçilmeyen bir zaman diliminde camilerin bu durumu kabullenilecek gibi değil.

Peki bu durumda kusur kimin diye akla bir soru geliyor. Elbette her şeyden önce hepimizin olduğunu belirttikten sonra kanaatimi belirteyim.

Akla ilk gelen devletten maaş alan cami görevlileri geliyor kusuru yıkmak için. Ama bu gerçekten çok büyük haksızlık olur. İmam veya müezzin elbette bulundukları ve hizmet verdikleri mekanı temiz tutmalılar ancak bir önder veya ilim sahibine yaptırılmayacak bir işi de bu insanlara yüklemek doğru olmaz. Devletin camilere bir temizlik görevlisi tahsis etmesi de düşünülebilir ancak benim bir başka düşüncem var.

Ben ülkemizdeki her caminin ayrı bir kurumsal kimliğe kavuşması ve bir dernek ya da vakıf aracılığı ile idare edilmesi gerektiği kanaatindeyim. Bu dernek veya vakfın hem cami cemaatince hem de idari olarak denetlenebilir, şeffaf bir muhasebe ve yönetime sahip olması gerek. Ben mahallemdeki caminin internet adresine girerek hem ihtiyaçlarını hem elindeki varlıkları görebilmeliyim. Ayrıca tek bir tuşla yardım edebilmeliyim. Hatta cami inşaatı için ruhsat verilirken belki bu şartların yerine getirilip getirilmediğine, inşaat sonrasında devam edecek maddi ihtiyaçlarının teminine yönelik bir teminatın var olup olmadığına bağlı olarak izin verilebilir.

Son günlerde konuşulan Alevi açılımında da benzer bir çalışma yürütüldüğünü duymuştum. Alevi dedelerinin hangi şartlarda maaş alabilecekleri, açılımın tartışılan konularından biri galiba. Bu sorunun da benzer bir yapıyla çözülebileceğini sanıyorum.