14 Temmuz 2009

Denek gazeteci

Ayşe Arman'ın son marifetini konu edinip değer vermek gerekir mi bilemedim ama yine de yazmadan edemiyorum.

Fazla söyleyecek söz de yok zaten. Gazetecinin denek olmasını anlamak şart değil, neticede gazatelerde yazan herkesi gazeteci diye anmak yanlış olur.

Benim asıl değinmek istediğim ise şartların eşitliği ilkesine uygun olmamış "deneklerin" davranışı. Nişantaşı'nda veya Ortaköy'de çarşafla dolaşmamış, gidip Çarşamba'da mini etekle dolaşmış. Madem çarşafa girmedin sair yerlerde, Çarşamba'da da makul bir açıklıkla dolaşsaydınız. Kaldı ki, Nişantaşı ve Ortaköy gibi yerlerin muadili de Çarşamba değil. Fevzi Paşa Caddesi olabilirdi mesela.

Ayrıca mahalle baskısı için denek olmaya da gerek yoktu. Hergün okul kapılarından gönderilen başı kapalı hanımları izleselerdi mahalle baskısını çözerlerdi.

3 Temmuz 2009

Sivil mi olsun asker mi?

Son tartışma konusu "sivil mahkeme mi askeri mahkeme mi" diye şekillenince içimden "laf bana düştü" dedim.

AİHM'nin meşhur ve eski Türk yargıcı geçenlerde TV'de askeri mahkemelerin esasında bir ihtisas mahkemesi vasfında olduğunu bahsediyordu. Gerçekten de askeri mahkemeler için bu vasfı kullanmak en doğru olanıdır. İş hukuku ile ilgili iş mahkemeleri ya da boşanma ve benzeri konular için aile mahkemeleri kurulmuşsa askeri konulara ilişkin olarak askeri mahkemelerin kurulması gayet tabiidir.

Tam da bu noktada araya bir fark giriyor. Bizim sistemimizde askeri mahkemelerin askeri hakimleri ve savcıları oluyor. Bu mantıkla iş mahkemelerini de hukuk eğitimi almış işveren ve işçilerden oluşan bir mahkeme heyetine mi bırakmak gerekir ya da aile mahkemerine iyi geçimli anne ve babalar mı getirilmeli? Ticaret mahkemelerinde de tüccarlar hakimlik yapsın.

Kanaatimce tartışılması gereken burasıdır; askeri mahkemeler olsun. Ancak hakim ve savcıları asker olmamalı. Sivil hakim ve savcılar bakmalı askeri konulardaki davalara da. Ne hükümet ne asker... Ne de medya. İşin bu noktasını düşünseler mesele hallolacak.

18 Haziran 2009

Taş mı bağlıyoruz yoksa karalar mı..?

Usve-i Hasene’yi okurken birden insanoğlunun bugünkü hali geliyor akla. Obez hastalığının gündemden düşmediği, diyet reçetelerinin elden ele dolaştığı bir dönemde yaşayınca “taş bağlamak” ne ki diye geçiriyor insanoğlu.

İnsanoğlunun en tabii ihtiyaçlarından biridir yemesi. Hatta yaşam derdi, geçim derdi denen şeyin temel hedefi karnını doyurabilmesidir insanın. Ancak sapan hedef ihtiyaç ötesinin varlığını –lüks tüketimleri- gün yüzüne çıkarmıştır.

Nereden geldik buraya; Usve-i Hasene’den. Allah Resulünün uzun süre aç kalması konusundaki bahsi okurken kendisinin ve ashabının uzun süreli aç kaldıklarında karınlarına taş bağladıkları hususu dikkatimi çekti. Dipnotunda acıkınca karna taş bağlamanın, muhtemelen o günkü Araplar arasında yaygın bir adet olduğu belirtilmiş. Taş bağlamanın nasıl bir etkisi olduğunu doğrusu bu zamanda yaşayanların anlayacağını pek tahmin etmiyorum. Hatta bunu okurken bile hangi duygu ve düşünce ile okunduğu konusunda şüphelerim bulunuyor.

Bugünün insanı için karna taş bağlamak yerine açlık(!) halinde karalar bağlamak daha doğru bir davranış türü. Kimse haline şükretmiyor. Aç olan neredeyse yok, açlığı bırakalım, lüks tüketimin derdinde insanlar. Temel sorun ise kanaatsizlik. Hep bir basamak yukarıdakine bakmayı yeğliyor insanoğlu bir basamak aşağıdakine bakmek yerine. Asgari ücretlinin cebinde taşıdığı cep telefonu neredeyse aldığı maaşın iki katı fiyatına satılıyor ama olsun... O yine onu kullanıyor. Bilmiyor ki bu hali ile etrafındakilere caka satmak yerine rezil oluyor.

Şükürsüzlük ve kanaatsizlikten vazgeçildiğinde zengin olacağını bilmeli insaoğlu...

Usve-i Hasene'den ilgili bölüm için lütfen tıklayın.