Siyasi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Siyasi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Eylül 2008

Beş maddede düşüncelerim

  1. Başbakanın muhalefet boşluğunda bir medya grubunu kendisine muhalif partiymiş gibi görüp muhatap almasını, her hafta yeni bir açıklama yapmasını tasvip etmiyorum.
  2. Deniz Feneri Derneğinin bir kaç kişi yüzünden yaptığı iyiliklerinin unutulmasına gönlüm razı olmuyor. Fakat buna neden olanların da bu iyilik hareketinin aksamasına neden olan medyanın da o derneğin yardımlarıyla ayakta durabilen insanların ahına dayanabileceklerini pek sanmıyorum.
  3. Eyüp Camii etrafını iftar vaktinde piknik alanına çeviren insanları ne kadar anlayışla karşılamaya çalışsam da yapamıyorum.
  4. İftar çadırlarının ilk çıktığı dönemlerdeki işlevini tamamladığını, artık günlerin uzaması ile bunlara ihtiyaç kalmadığını, bunun yerine kumanya dağıtımı gibi daha mantıklı bir yöntemin uygulanmasının doğru olacağını, iftar çadırlarının eğlence merkezlerine dönüştüğünü düşünüyorum.
  5. Sultan Ahmet Camii ve sair diğer benzer alanları panayır alanına çeviren, içerde teravih kılınırken avluda konser proğramı yapılmasına göz yuman anlayışı da kınıyorum. Ramazan ayının içinde sadece oruç kaldı, gerisi boşaltıldı.

31 Temmuz 2008

Yeni bir konu istiyoruz

30 Temmuz akşamından itibaren Türkiye'nin ilgileneceği bir konu kalmadığından bu rahatlık bize batar. Hele bir de Kıbrıs meselesi de çözülüyormuş galiba, aman Ya Rabbi, ne yapacağız biz? En kısa zamanda yeni bir konu bulunmalı. Buradan tüm yetkililere çağrıda bulunuyorum. Türkiye bu rahatlığı kaldıramaz.


Düşünsenize, canlı yayın araçları Ankara ve İstanbul'da iş olmadığından mesela Erciyes dağına tırmanan 3 profosyonel dağcıdan haber alınamamasından dolayı Kayseri'ye konuşlandıklarını ya da yeşil/çevreci örgütlerin Antalya'da yaptıkları orman yangınlarına yönelik toplantılarını izlemek amacı ile Antalya'ya konuşlandıklarını veya Güneydoğu'daki susuzluktan dolayı tarım alanlarındaki verimsizliği yerinde gözlemleyip kamu oyuna duyurmak için Diyarbakır'a gidildiğini...

Düşünmesi bile hafakanlar bastırıyor insana. Böyle bir Türkiye'yi düşünemiyorum bile. İnsanda tansiyon mansiyon kalmaz yahu. Biz yüksek tansiyona alıştık, bundan vazgeçemeyiz. Bu kadar sığ, basit, gerilimsiz haberler bozar bizi. Acilen yeni bir konu... Lütfen!

7 Temmuz 2008

Ergenekon davası rövanştır

Geçtiğimiz hafta içinde birçok dosttan son gelişmeler hakkında neden yazmadığım sorusu geldi. Doğrusu yazacak çok şey vardı ancak dün geceye kadar neticenin bu şekilde sonuçlanacağından şüpheliydim. Savcı tutuklama isteyecek olsa da tutuklamayı yapacak olan neticede mahkemedir. Tutuklanma talebine rağmen mahkemenin bu yönde karar vereceğinden şüpheliydim. Özellikle 2 generalin serbest bırakılması soruşturmanın yarıda kalması anlamına gelecekti. Böyle bir durum soruşturmanın ciddiyetten uzaklaşmasını ve sulanmasını getirecekti. İşte bu neticeyi görmek istemiştim.

Öncelikle bu süreci rövanş olarak görenlerin aslında doğru bir tespitte bulunmakla beraber konuyu Ak Partinin kapatılma davası ile ilişkilendirmelerinde hata yaptıklarını belirtmeliyim. Evet, bu bir rövanştır ama Ak Parti davasının rövanşı değildir; ayrıca rövanş mücadelesini yapan da siyasi iktidar değil bizzat yargıdır. Bu, yıllardır Türkiye’nin kanını emen parazitlerden alınan bir rövanştır. Senelerce mahkemeye dahi çıkarılmadan tutukevlerinde çürümeye bırakılanların rövanşıdır. Ülkenin dört bir yanında uygulanmış yargısız infazların rövanşıdır.

Yazının devamını oku

6 Haziran 2008

Hukuk darbesi mi?

Hayır! Evrensel bir değer olan "hukuk" kelimesini darbe ile birlikte anmaya kimsenin hakkı yoktur.

Bu bir darbedir ama hukuk darbesi değildir.

Türkiye'de hiç bir zaman "hukuk" olmamıştır. Türkiye İstiklal Mahkemelerinden, Kel Alilerden, Yassıadalardan buraya gelmiştir. Bu geleneğin hiç bir yerinde "hukuk" olmamıştır.

600 yıllık bir devleti yıkan İttihat ve Terakki zihniyetinin uzantılarından "hak" ve "hukuk"a uyacaklarını sanarak safdillik edenlerin hatasıdır dünkü sonuç.

1 yıl içerisinde 3 tane ciddi hukuksuzluğa göz yummaya kimsenin hakkı yoktur. Önce 367, sonra vatana ihanetten başka hiç bir sebeple yargılanmamayan Cumhurbaşkanı'nın yargılanması, ardından da anayasanın açık hükmünü ihlal ederek anayasa değişikliğini esastan incelemek... ya da yetkisini genişleterek şekilden incelemek. Her halükarda ortada bu denli açık hukuksuzluk söz konusu iken bu fiillerin bir yaptırımı olmalı.

Söz konusu olan başörütüsünün serbest olup olmaması değildir artık. Tartışılması gereken Anayasa Mahkemesidir.

Not: Bu yazı Moral Haber'deki yazımın özetidir. Yazının orjinal hali için lütfen tıklayın.

1 Mayıs 2008

1 Mayıs

1 Mayıs işçi bayramı ilan edilse, kutlamalar da Taksim Meydanında yapılsa ne olur? Bugünkünden daha kötü bir manzara ile mi karşılaşırdık yani?

Arada sırada bloguma TBMM'den girişler oluyor, okuyorlarsa bir zahmet bu durumu izah ediversinler de anlayalım.

27 Nisan 2008

27 Nisan

"Sözde" demokrasi taraftarlarının antidemokratik çıkışlarının üzerinden bir yıl geçti.

O günleri zihinlerimizde tekrar tazelemek için aşağıdaki komik resmi ve fıkrayı yayınlıyorum bugün.


27 Nisan sabahı 367 milletvekili oylama için TBMM'ye gitmek üzere evlerinden çıktıktan bir süre sonra ortadan kaybolmuşlar.

AK Parti, ANAVATAN ve DYP'lilerden oluşan 367 vekilin ortadan kaybolması Deniz Baykal ve arkadaşlarını için için sevindirirken, Abdullah Gül ve taraftarlarını derin üzüntüye boğmuş...

Türkiye'de büyük bir kaos yaşanırken ve herkes milletvekillerinin akibetini merak ederken CHP Genel Başkanı Deniz Baykal'ın cep telefonu çalmış. Telefonun ucundaki ses Deniz Baykal'a, "Eğer partinin başından istifa ettiğini açıklamazsan, her 5 dakikada bir milletvekilini serbest bırakacağız" demiş.

10 Nisan 2008

Ayağına kurşun sıkan ülke; Türkiye

Yaşım itibariyle 12 Eylül’ü çok az hatırlasam da 28 Şubat’ı hafızamın en dinamik olduğu bir döneme denk gelmesinden dolayı net biçimde hatırlıyorum. Bir üniversite öğrencisiyken, hadiselere bilimsel boyutu ile yaklaşmaya çalışsam da kanlarımızdaki sıcaklığın tesiri ile duyusallaştığımız oluyordu. Kimi arkadaşlarımız o raddeye varmışlardı ki Fazıl Say’ın bir süre önce dile getirdiği “ülkeyi terk etme” fikri onlar için de geçerli olmuştu ve gerçekten de onların bir kısmı yaşamlarını başka ülkelerde geçirmeye karar vermişlerdi.

Gelinen nokta henüz 28 Şubat’ın tesirli günleri kadar etkili olmasa da gidişatın o istikamette olduğu görülüyor. Derinlerde yaşayanlar Fazıl Say’ı ülkeden koparmamak gerektiğini düşünmüş olmalılar ki yeni bir sürecin başlangıcı için düğmeye bastılar.
Türkiye’nin gelenekselleşen “demokrasi” tarihinin kendi içinde kıyaslanması gerçekten kolay olmuyor. Hiçbir müdahaleyi bir sonraki müdahale ile kıyaslamak kolay değildir mesela. Her defasında farklı bir yol takip edilmiş, sebepleri ve sonuçları ile birbirlerinden farklı olmuşlardır. Ancak hepsinin ortak bir noktası varsa o da müdahaleler müdahale edileni yani aslında isimleri farklı da olsa halkı güçlendirmiş, dolayısıyla her defasında demokrasi kazanmıştır.

Bu defa çok daha farklı bir sürece girmiş bulunuyoruz. Her şeyden önemlisi bu sürecin en büyük özelliği çatışan güçlerden bir tarafın kılıçlarını kınlarından tamamen çıkarmış ve eteklerindeki taşları ortaya dökmüş olmalarıdır. İşte tam da bu nedenle birçok ortamda “son savaş” tamtamları çalınmaktadır.

Doğrusunu söylemek gerekirse bir muhalefet liderinin çıkıp, parti kapatmanın zorlaştırılmasına ilişkin muhtemel bir anayasal düzenlemeye gidilip bunun referanduma sunulmasını laikliğin referandumu olacağı yönünde açıklama yapması savunmada kullanılacak başka bir literatürün kalmadığının ya da son kalenin laiklik olduğunun ve diğer bütün kalelerin yıkıldığının bir göstergesi, dolayısıyla ciddi bir zafiyet teşkil etmiyor mu? Savunduğunuz bir değere bir perde çekersiniz, savunulanı en altta tutarsınız. Laiklik ilkesini bu denli tartışmaya açmak laikliğin en yılmaz savunucuları için bile doğru bir yaklaşım mıdır?

Daha da ilginç olanı anayasa’nın 3. Maddesinde ifadesini bulan Türkiye Devleti’nin ülkesi ve milleti ile bölünmez bir bütün olduğuna ilişkin hüküm ne yazık ki çiğnenmektedir. Bu noktaya nereden ulaştığımızı merak ediyorsanız 22 Temmuz seçim sonuçlarına ve sonrasında açılan davalara bakmak yeterli olacaktır. Türkiye’nin güneydoğusundaki oyların ve milletvekilliklerinin ekser çoğunluğunu almış iki partiye kapatma davası açılmakla devletin kendisi bu bölgeyi yok saymakta ve görmezden gelmektedir. Dolayısı ile anayasa’nın 3. maddesini birileri ihlal etmektedir.

Hadise bununla da sınırlı değil; bir de Cumhurbaşkanının yargılanıyor olması var ki bu durum başlı başına trajikomik bir hadisedir. Yine anayasanın 104. maddesinde ifade edilen cumhurbaşkanının devletin başı olduğu ve bu sıfatı ile devletin ve milletin birliğini temsil etmesi nasıl mümkün olacak? Yargılanan bir cumhurbaşkanını, devletini ve milletini temsilen başka devlet başkanlarının karşısına göndermekten utanmayacak mıyız? Hangi hakla onun elini zayıflatıyoruz?

Şimdi soruyorum;

Laiklik ilkesini bu kadar tartışma konusu yapmak…

Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğüne bu denli kast etmek…

Cumhurbaşkanının elini bu kadar zayıflatmak…

Bu mu hukuk? Bu mu siyaset?

Sakın derdiniz başka bir şey olmasın? Yoksa kim bindiği dalı keser? Ya da kim ayağına kurşun sıkar?

29 Mart 2008

Merak ettim

Ak Parti'nin kapatılıp kapatılmayacağı hakkında yanda mini bir anket yaptım. 12 kişiden 10'u kapatılmaz dedi.

Mahkeme seyrinin nasıl ilerleyeceğine şurda iki gün kalmışken merakımı saklayamadım, bu on kişi acaba hangi saikle Ak Parti kapatılmaz diyor? Yoksa bunların hepsi Murat Özdemir mi?

16 Mart 2008

Türk Milleti Adına; Beyinsizsiniz!

Resimde de görüldüğü üzere savcılar davayı açarken kamu adına açarlar.

Anayasanın 9. maddesi de "yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır" der.

Mahkemeler kararlarına "Türk Milleti Adına" diye başlarlar.

Bu durumda Ak Part'yi kapatma kararı verirse Anayasa Mahkemesi, Türk Milleti Adına kararını açıklarken şunu mu diyecek?

"Sevgili Millet, evet, daha 8 ay önce siz bu partiyi seçtiniz ancak ben sizin adınıza karar veriyorum, bu parti kapatılmalı. Çünkü siz seçeceğiniz kişileri bilmiyorsunuz, sizler akılsız ve dahi beyinsizsiniz. Size kömür dağıttılar diye gittiniz oylarınızı bu partiye verdiniz."

Anayasa Mahkemesi dese ne, demese ne? Zaten başsavcı dedi diyeceğini. Bizim adımıza davayı açtı başsavcı.

14 Mart 2008

Demo Demokrasi

Türkiye demokrasisi için başka bir açıklama yapmaya gerek yok, kullandığımız demokrasi ne yazık ki süreli, demokrasinin demo versiyonunu kullanıyoruz. Süresi dolduğunda kullanılamayan, ancak belirli bir ücret karşılığında yenilenebilen bilgisayar programları gibi. En son 3 Kasım 2002’de yenilemiştik versiyonu ama süresi yine dolmaya başladı galiba. Uyarılar vermeye başladı. Biraz daha yüklü miktarda ödeme yaparsak programın daha güçlü bir versiyonuna sahip olabiliriz belki.

Aslına bakılırsa en iyisi, galiba bu programdan vazgeçmek. Böylece el aleme karşı da rezil olmaktan kurtuluruz.

Yeni programımızda neler olsun?

Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel olsun, ömrünün ahirinde de olsa Murat Demirel hazırda bekliyor.

Başbakan da Mesut Yılmaz. O hala genç ve dinamik.

TBMM için 550 milletvekili çok. 98 milletvekili kâfi. Diğer partiler kapatılsın. CHP Türkiye’nin partisi, hem de en köklü partimiz. Başka partiler fuzuli işgal ediyorlar meclisi.

Türkiye’de tek hakim olsun, o da Sabih Kanadoğlu. Savcısı da Vural Savaş olsun. Anayasa Mahkemesi başkanlığına da Yekta Güngör Özden getirilisin.

Türkiye’ye Akdeniz Üniversitesi kâfi. Üniversiteler arası kurul filan da gerekmez böylece. Rektörlerimizin Ankara’da toplanmaları için masraf etmelerine lüzum kalmaz.

YÖK de usulen var olsun yine. Başkanlığına da Erdoğan Teziç atansın tekrar. Üyelere filan da ihtiyaç yok, böylece YÖK başkanı tek başına genelge de yazabilir.

Genelkurmay’da da revizyon gerek bence. Hem baksanıza, şimdiki komuta kademesi ABD’nin emri ile kara operasyonunu bitiriyor, olacak şey mi? Emekli generallerimizden Veli Küçük Paşamız ne güne duruyor? Askerin başına o gelsin.

Medyaya da bir çeki düzen verilmeli. Doğan grubu kâfi gelebilir bence. Yeterince yazılı ve görsel yayınları da var zaten. Ayrıca geniş kitlelere hitap edecek şekilde de yayın çizgisi oluşturmuşlar. Başka medyaya ne hacet?

Diyanet İşleri Başkanlığı’na da Yaşar Nuri Öztürk getirilsin.

Seçimler elbet var olmaya devam etsin. Nitekim Saddam’ın Irak’ında ve Esad’ın Suriye’sinde de seçimler var olmuştur.

Elbette tüm bunların yanında Merkez Bankası’na da bir başkan gereklidir. Kanaatimce orası için de en iyisi Cem Uzan olur.

Peki bu durumda Ak Parti’ye oy veren % 47 ne yapmalı diye mi soruyorsunuz? Onun cevabı zaten verilmişti ya, onlar Arabistan’a gitsinler.

2 Şubat 2008

222A

Biz bu görüntüleri Nisan 2007'de izlememiş miydik? Bunlar yoksa yapılacak düzenlemenin Abdullah Gül tarafından referanduma sunulmasını mı istiyorlar?


(Not: Burada 222A mitinginin Milliyet Gazetesinin internet sitesindeki video haberi vardı. Ancak her fırsatta en çok tıklandığını iddia eden site, ne yazık ki vidounun içeriğini değiştirmiş. 29.03.08)

29 Ocak 2008

Soru

Ergenekon operasyonu ile başörtüsü düzenlemesinin aynı döneme denk gelmesi sadece bir rastlantı mıdır acaba?

Ya da "bürokrasinin" düzenlemeye sessiz kalmasındaki sebep nedir?

23 Ekim 2007

Son Eylemin Amacı İletişim Kurmak mı?

Tel’in ettiğimiz ve nefretle kınadığımız son terör olayından sonra kanaatimce dikkat edilmesi gereken en önemli noktanın 8 askerimizden haber alınamıyor olmasıdır. Bu, esasında eylemin bir bakıma askerlerimizin alıkonması amacı ile düzenlenmiş olduğunun göstergesidir. Çünkü asker alıkoymak PKK terör örgütünün şu ana kadar yaptığı bir eylem tipi değildi. Kaldı ki 12 askerimizi şehit edenler 8 askerimizin de canına kıymakta tereddüt etmeyeceklerdi.

Peki, askerlerimizi alıkoymaktaki amacı nedir, PKK terör örgütünün? DTP’nin yaptığı arabuluculuk çağrısından da anlaşılacağı üzere PKK aslında farklı bir sürecin işlemesinden yana. Son olarak Celal Talabani’nin terör örgütünün sözde ateşkes ilan edeceğini ifade etmesinden de aynı sonucu çıkarabiliyoruz. Hatta ABD dışişleri bakanı Bayan Rice’ın Sayın Başbakanı arayıp birkaç gün süre istemesini bile bu çerçevede değerlendirmek mümkün olabilir.

PKK bir çok yorumcunun iddia ettiği üzere son eylemi ile Türk Silahlı Kuvvetleri’ni Kuzey Irak’a davet etmiyor aksine alıkoyduğu askerlerimizle çatışmalara son vereceği mesajını veriyor. Bu noktaya dikkat etmek gerektiğini düşünüyorum. PKK Türkiye Cumhuriyeti ile bir diyaloga girmek istiyor ancak bu diyalogun silahlı olmasını değil sözlü olmasını istiyor. Meşrulaşma çabası olarak da niteleyebiliriz bunu.

Ancak tüm bu adımların sadece terör örgütü yöneticilerinin kafalarından çıkmış olduğunu düşünmek de yanıltıcı olacaktır. ABD’nin Irak’ı işgali ile silahlı eylemler konusunda profesyonelleşme fırsatı elde eden PKK terör örgütü aynı zamanda strateji geliştirme konusunda da eğitildi. Ayrıca Türkiye’nin görünmez düşmanlarının da PKK’ya strateji öğretecekleri göz ardı edilmemelidir.

Bugün yapılacak bir sınır ötesi harekât gerçekten de PKK terörünü kökten kazıyacak bir adım değildir. Türk toplumu her ne kadar sadece bu noktaya odaklandırılmışsa da sınır ötesi harekâtın terörü sonlandırmayacağı geçmişte yapılan operasyonlardan dolayı aşikârdır. Bununla beraber bir sınır ötesi harekâtın terör örgütüne ciddi kayıplar verdireceği de kesindir. Bunu bizim askeri ve siyasi yetkililerimiz ne ölçüde biliyor ve öngörebiliyorsa terör örgütü de geçmişte yaşadıkları tecrübelere binaen aynı ölçüde biliyordur. Buna rağmen göz göre göre Türkiye’nin sınır ötesi bir harekât yapmasına sebep olacak böyle bir eylemi gerçekleştirmesinin bu açıdan yaklaşıldığında mantıklı bir açıklamasının olamayacağı açıktır. Bu harekâtı PKK değil ABD istiyor diyebilmek ise çok havada kalan bir iddiadır. Çünkü ABD ile çatışır vaziyete gelmek bizim açımızdan ne kadar istenilmeyen bir durum ise ABD açısından da bizimle çatışmak aynı ölçüde onlar açısından da istenmeyen bir gelişmedir. Türkiye öyle ya da böyle ABD’nin bu bölgedeki en istikrarlı ve güçlü müttefiki konumundadır. Bu pozisyonun sürmesi ABD’nin kendi politikalarını yürütmesi bakımından fevkalade elzemdir.

Bu durumda ne ABD ne de PKK bakımından Türkiye’nin Kuzey Irak’a girmesinin kendileri açısından bir çıkarı bulunmayacağına göre bu eylem bir başka sebeple yapılmış demektir. İşte bu sebebi de 8 askerimizin kayıp olmasında aramamız gerekiyor. ABD ve onun gibi düşünen petrol odaklı diğer dış güçler PKK’nın sözüm ona legalleşme sürecine girmesini istemekte ve ısrarla Türkiye’nin Kuzey Irak yerel yönetimi ile diyalog kurmasını istemektedirler. Bu kanalla Türkiye ile PKK’yı diyalog içine sokmayı düşünenler Türkiye’nin kararlı tutumu karşısında bunun mümkün olmayacağını anlamışlardır. Ancak tam da bu noktada önceki günkü eylem gerçekleşmiş ve 12 şehidimizin yanında 8 askerimiz alıkonmuştur. Bu da PKK’nın Türkiye Cumhuriyeti ile bir şekilde diyalog kurma ve kendi varlığını kabullendirme girişimidir.

Geldiğimiz noktada Türkiye’nin sınır ötesi harekâttan ziyade ciddi bir dış politika oluşturması gerektiği kanaatindeyim. Türkiye’nin hâlihazırdaki en ciddi sıkıntısı Kıbrıs meselesindeki ezberi bozan dış politika ve diplomasisini Kürt sorununda yapamamasıdır. İnce bir diplomasiye ihtiyacımız var. Ancak bununla birlikte askeri önlemlerin terk edilmemesi de çok önemlidir. Hatta sağlıklı bir diplomatik ilişkinin sağlanması askeri önlemlerin güç ve değerine bağlıdır da diyebiliriz.

13 Ekim 2007

Kuzey Irak; Batak!

Son günlerdeki menfur hadiselerin etkisi ile Türkiye’nin çok ciddi bir dönemece girdiğini hepimiz görüyoruz. 13 vatan evladımızın şehadetini üzüntüyle karşıladığımızı, yakınlarına ve tüm vatana başsağlığımızı iletirken hadiseyi de nefretle kınadığımızı beyan ettikten sonra sözü uzatmadan baştan söylememiz gerekiyor ki Türkiye 11 Eylül 2001’den bu yana çekilmek istendiği Irak bataklığına bu vesile ile çekilecek gibi görülüyor.

Türkiye çok başarılı hamlelerle bu bataklıktan şimdiye kadar uzak durmasını bildi. Ancak son 6 ayda iç dinamiklerin de bilinçli ya da bilinçsiz şekilde bu bataklığın içine girmemiz gerektiğine yönelik baskıları da eklenince ne yazık ki o bataklığa çekilmemiz an meselesi durumuna gelmiştir. Öyle bir noktadayız ki sınır ötesi harekât karşıtı fikir beyan etmek ve bu harekâtın sakıncalarından bahsetmek vatan hainliği ile eşdeğer görülmek ve komplocu ithamlarına maruz kalmak için yetiyor. Bildiği doğruları tereddüt etmeden direk yazan Fehmi Koru’nun bile 10 Ekim tarihli yazısında konuya yaklaşımı yukarıda belirttiğim ithamlara maruz kalmama düşüncesi ile kaleme alınmışçasına sorular ve ihtimaller üzerinde durularak kaleme alınmış, tereddütlü bir görüntü vermektedir.

Son hadise açıkça Kuzey Irak davetiyesidir ve Türkiye ne yazık ki göz göre göre bu davete icabet etmektedir. Yedi yıldır direndiğimiz bir konuda direncimizin çözülmesi ne yazık ki bizim iç dinamiklerimizin tesiriyle oluyor. Medya başta olmak üzere, muhalefet partileri de konuya ayna tutarak çıkmaza sürüklenmemizi istiyorlar. Yıllardır ABD’nin Irak’ta bulunma sebebi olan “terörü yok etme” gerekçesinin yanlışlığından bahsedip şimdi aynı hataya bizim düşecek olmamız gerçekten çok düşündürücü. Kuzey Irak’a geçmişte yapılan harekâtlardan hangisi netice verdi de şimdi yapılacak olan netice verecek. Ben kendimi bildim bileli Türkiye Irak’ın kuzeyine harekât düzenliyor. Ne netice alındı şimdiye kadar? Ayrıca bu terör 2007 yılının son 6 ayında mı azdı da tam da bu zamanda harekât konuşulmaya başlandı. İstatistiklere bakılsa 2007’de terörün aldığı can sayısının geçmişten yüksek olmadığı görülecektir.

22 Temmuz bir süreçtir ve bu sürecin en önemli getirilerinden biri de “Kürt Sorunu”nun çözülebilirlik aşamasına gelindiğinin göstergesiydi. Güneydoğu’daki seçim sonuçları bunun belirtileriydi. Ancak birileri mevcut durumun ve sorunun devamından yana. Bu nedenle de Kuzey Irak davetiyesi bastırıldı.

Konuyla ilgili meclise gelecek tezkerede özellikle Ak Parti’nin grup kararı almaması gerektiği kanaatindeyim. 1 Mart tezkeresindeki demokratik tavrını bu tezkerede de göstermesini bekliyoruz Ak Parti’nin. Ak Parti milletvekillerinin üzerinde kurulacak ”DTP ile bir olma” baskısından kurtulmaları mümkün olur mu bilemem ama milletvekilleri ellerini vicdanlarına koyarak şunu iyi düşünmeleri gerekiyor ki; ülkeye kazandırdıkları istikrar verecekleri izinle hepten heba olup gidecektir. Irak bataklığında işimiz yoktur. Türkiye terörün üstesinden gelecek güçlü bir ülkedir ancak bunu içte sağlayacağı istikrar ile yapabilir. Kuzey Irak’a düzenlenecek istikrarsızlık harekâtı ile değil.

7 Ekim 2007

Referandum İptal Edilmeli

Referanduma iki hafta kala referandumun destekçileri ile desteklemeyenleri meydanlara çıkıp fikirlerini halkla paylaşmak yerine referanduma götürülecek değişikliklerin tırpanlanması konuşuluyor. Değişiklik paketinde yer alan “11. Cumhurbaşkanının halk tarafından seçileceği” hükmü her kesimde bir kriz beklentisine yol açıyor.


Hukuki açıdan yaklaşıldığında o hükmün 11. Cumhurbaşkanının yürürlükteki hükümler çerçevesinde seçilmiş olması ile kadük olacağı su götürmez bir gerçektir. Ancak 367 derecede ısıtılan sütten ağzı yanan hükümetin yoğurdu üfleyerek yemek istemesi normal gibi görünse de izlenmesi gereken yöntem bu olmamalıydı. Yoğurdu üflemesini bilemediler. Mevcut hali ile gümrük kapılarında oylanmaya başlanılan değişikliğin bir kısım maddeleri değişiklikten çıkartıldığında gümrük kapısında oy vermiş bir vatandaşın “ben oyumu 11. Cumhurbaşkanı halk tarafından seçilsin diye ‘evet’ kullanmıştım, siz benim irademi yok saydınız, bu hukuki değil” dediğinde mahkeme ne diyecektir? Vatandaş gerçekten haklı değil midir?


Kaldı ki hükümetin değişiklik üzerinde oynamaya kalkışmasının esasında çok bir anlamı da bulunmamakta. Hükümet çevrelerinin korktuğu krizin meydana gelme ihtimali kanaatimce yoktur. % 47’lik patlamayı görenler yapılan haksız ve hukuksuz işlemlerin iktidara yaradığını da görüyorlardır. 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığının iptali ve aynı Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesinin sağlanması bir defa daha haksız bir işlem yapılması anlamına gelir ve iktidara bir defa daha mağduriyet rolünü verir. Bunun anlamı ise halk tarafından “% 47 yetmedi size, alın % 70” demekten başka bir şey değildir. Sonuçta Abdullah Gül ya da Ak Parti’nin göstereceği herhangi bir aday çok daha yüksek bir oyla Cumhurbaşkanı seçilir. % 47’lik oy da iktidarın geçmiş 5 yılına verilmiş bir ödülden ziyade Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığına verilmiş değil miydi zaten?

Ayrıca hükümetin konuyu bu son merhalede gündeme getirmesi de ayrı bir sıkıntı olmuştur. Kaldırılması planlanan maddelerin kriz potansiyelini taşıdıkları Cumhurbaşkanının seçilmesinden bu yana bilinen bir gerçekti. MHP’nin olumlu yaklaşımına atlayıp konuyu ısıtmak hükümetin kendine güveninin de olmadığına işaret ediyor esasında. Eğer böyle bir düşünceniz var idiyse bunu Cumhurbaşkanı seçilir seçilmez meclis gündemine getirir, meseleyi hallederdiniz. Böylece gümrük kapılarında oy vermeye başlamış vatandaşın iradesini de yok saymamış olurdunuz. Oysa şimdi yapılacak bir değişiklik sadece gümrük kapılarındaki oylarla ilgili değil daha birçok hukuki çıkmazları da gündeme getirecektir. Konu öyle aceleye getirilecek cinsten bir mesele değil.

Makul olan tek çözüm yolu referandumun tamamen iptalidir. Anayasa tartışmalarının sürdüğü, yeni bir anayasanın eninde sonunda önümüze geleceği ortada iken mevcut hali ile de değiştirilecek hali ile de sıkıntı oluşturacak kısmi bir değişikliğin referanduma götürülmesinin pek bir anlamı bulunmamakta. Ne değişikliği savunanlarda ne de değişikliği istemeyenlerde referandum heyecanı yakalanamadı. Kalan iki haftada da referanduma götürülen maddeler üzerinde yapılacak değişikliklerle sarf edilecek enerjimizi ülkenin daha önemli konularında sarf etsek çok daha doğru olanı yaparız.

Kriz çözerken yeni krizlere yer açmayalım, makul olanı yapalım, referandumu iptal edelim. Meclisten beklentimiz budur.

1 Ekim 2007

Malezya mı Türkiyelileşti, Türkiye mi Malezyalılaşıyor?

Klasik, modern, post modern derken birçok darbe modellerimiz oldu ancak medyamız halen yeni bir darbe metodu üretemedi. Aklı 28 Şubat’ta kalan derin medya aynı nakaratı söylemekten usanmadı. Önce otobüse namaz molası verdirdiler. Sonra Almanya uçağında kıble meselesini manşetlerine taşıdılar. Şimdi de Kâğıthane’de meydana gelmiş münferit bir hadiseyi oruç dayağı diye sunuyorlar.

Mahalle sakinlerine öyle bir “medya baskısı” uyguluyorlar ki Türkiye’nin elden gittiğini düşündürüyorlar. Bizim hatırlamadığımız dönemlerde Türkiye’de insanlara Moskova korkusu verilirmiş. Humeyni devriminden sonra İran korkusu verilmeye başlandı. İran, Türkiye’nin örf ve kültürüne aykırı bir devlet olduğu kadar İslami açıdan bakılacak olunsa tarih boyunca Türkiye Sünniliğin, İran ise Şiiliğin merkezi olarak görülmüştür ki bu bile başlı başına Türkiye’nin asla İranlaşamayacağının göstergesidir. Ancak ısrarla bu korku verildi insanlarımıza. Bir zaman geldi, Cezayir sunuldu önümüze. İslami bir hareketin oylarını yükseltmesi ile gündeme gelen Cezayirleşme korkusu da fiyaskoydu, çünkü oradaki hareketlerde silahlı mücadele mantığı vardı. Oysa Türkiye’de bölücü terör haricinde silahlı mücadeleyi benimseyen hiçbir hareket göremezsiniz.

En son Malezyalılaşmadan bahsedilmeye başlandı. Esasında bu benzetme derin medyamız açısından ciddi bir gelişme olarak da görülebilir. İran ve Cezayir örneklerinden sonra Malezya örneği medyamızın artık biraz daha gerçekçi olmaya başladığını gösterir. Bu cümlemle Malezyalılaşma sürecinin varlığını doğrulamış olmuyorum. Ancak Malezya örneğinin önceki iki örneğe göre Türkiye ile daha bir benzerlikleri olduğunu söylemeye çalışıyorum. Bir başka açıdan yaklaşacak olursak esasında Malezya’nın Türkiyeleşmesinden bile bahsedilebilir. Çünkü Türkiye’nin farklı kimlik ve dinlere karşı ve geleneksel hoşgörü anlayışı onlarda da mevcut v eyerleşmiş durumda. Başlıca Malay, Çin ve Hint milletlerinden oluşan Malezya’da bugün bir Ramazan Bayramı Müslüman olmayan Çinli Budist ve Taoistler tarafından da kutlandığı kadar Hindular tarafından da kutlanıyor. Mesela Çinlilerin yılda bir kez kutladıkları Bereket Bayramında da Müslüman Malaylar Çinlileri kutluyor ve sokak karnavallarını alkışlıyorlar. Eğer korkulan bunlarsa medyamızın vay haline. Yoksa korkulan Malezya’da kişi başına milli gelirin yüksekliği ile beraber adil dağılım oranın en yüksek olduğu ekonomilerden biri olması mı? Ya da bizim ihracatçılarımızın 100 milyar doları bulduk sevinci ile kendilerine ant yaptıkları 2007 senesinin rakamlarını Malezyalıların 25 milyonluk nüfusları ile 2000 yılında yakalamış olmaları mı korkulan?

Türkiye içimizdeki bir takım aklıevvellerin bile anlayamayacağı güç ve kudrette, başkalaşma meyli göstermeyi bir tarafa bırakın, başkalarının kendisine benzetileceği güçlü bir kimlik sahibi ülkedir. Ülkemizi, yer küreyi döndürüp parmağımızla durdurduğumuz ülkeye benzetme hobisinden ve fobisinden artık kurtulmamız gerekiyor. Bu korkularla yaşamak hiç kimseye fayda sağlamaz. Yoksa 50 yıllık mazisi olan bir ülke bizim onca yıllık birikimimizi, tecrübemizi, farklılıklarımızla yaşama bilincimizi aşar, geçer ve biz halen onları seyretmeye devam ederiz.

Silkinme vakti geldi artık. Kişisel iktidarlarımızın ve menfaatlerimizin ülke ve millet menfaatinden üstün olamayacağını anlamamız gerekiyor. Gemi batarsa hep beraber batacağız. Ama yürürse de hep beraber yürüyeceğiz.

Bu gemi öyle ya da böyle yürüyecek, bari ucundan da olsa hep beraber tutalım.

23 Eylül 2007

Mahalle Baskısı mı Dediniz? O Ne?

Son günlerin popüler tabiri mahalle baskısını toplum yıllardır yaşıyor ama ne hikmetse şimdi gündeme geldi bu baskı. Niçin? Çünkü baskıyı uygulayanların farklılaşacağı öngörüsü var. Önceleri baskıyı uygulayanlar şimdi kendilerine baskı yapılacak korkusundalar.

Türkiye Medine Bircan’ı unutmadı. 2002 senesinde İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesine getirilen kanser hastası Medine Bircan’ın sağlık karnesindeki fotoğrafı başörtülü olduğu için tedavi edilmemiş ve hayatını kaybetmişti. Mahalle baskısı mı dediniz? Hayır, bu hastane baskısıydı.

Yıllardır üniversitelerin kapısında başlarını açmak zorunda kalan başörtülü öğrencilerin yaşadıkları da mahalle baskısı değildi. İkna odalarının kâşifi bugünkü CHP’nin milletvekili olan Nur Serter baskısıydı onun adı da.

Demokrasi bayramı niteliğinde sayılabilecek bir katılımla ve neticesi itibari ile mecliste büyük bir çoğunluğun temsilini sağlayan 22 Temmuz seçimlerinden çıkan sonuçların demokrasimiz için ne kadar anlamlı olduğu gün gibi ortada iken derin medyanın demokrasi abası altından sürekli darbe sopasını göstermesi de mahalle baskısı değil. Onun adına medya baskısı deniyor.

Rahmetli Turgut Özal sayesinde utancından kurtulduğumuz eski ceza yasasının 141,142 ve 163. maddeleri sayesinde, bugün başbakan olan bir kişinin cezalandırılmasına neden olan 312. madde sayesinde ömürleri adliye koridorları ile cezaevleri koğuşlarında geçmiş düşünce mağdurlarının üzerindeki baskı da mahalle baskısı değildi. O baskı da kanun baskısıydı.

Evet, çeşitli baskıları burada tek tek vasıflandırıp adlandırmaya kalkışsak yer darlığı çekilir. Türkiye’de türban veya başörtüsü üzerinden yaşanan bir iktidar mücadelesi var. Esasında sorunun tanımı bu. Türban ya da başörtüsünün bunu istemeyenler açısından çok da bir ehemmiyetinin olduğu kanaatinde değilim. Sorunun kaynağı bürokrat elitin iktidarını halka kaptırmak istememesidir. Kısaca bürokrasi demokrasiye direniyor.

2 Ağustos 2007

CHP Liderliği İçin Mesut Yılmaz mı Daha Şanslı, Mustafa Sarıgül mü?

Cumhuriyetle birlikte var olan CHP ciddi bir yönetim krizine girmiş bulunuyor. 1999 seçimlerinde % 8,71 oy oranıyla baraj altında kaldıktan sonra DSP’nin önemli ölçüde oy kaybına uğradığı 2002 seçimlerinde oyunu iki katına yükseltmesi ile sol kesim için bir umut olmuşken 2007 seçimlerinde gereken çıkışı sağlayamadığı için ciddi eleştirilerle karşı karşıya kaldı CHP yönetimi. Gerçekten de solun 1999 seçimlerindeki toplam oyu % 31’lerde iken (DSP ve CHP oyları toplamı) bugün gelinen noktada sol oyların toplamı % 21’lerde kalmıştır.

Bu durumu izah etmek aslında çok zor değil. Türkiye’de sol-sağ ayırımının bittiğini gösteren örneklerin yaşandığı, bunun yanında CHP’nin Sosyalist Enternasyonal üyeliğinin tartışıldığı bir dönemdeyiz. Eski sosyalist Ertuğrul Günay’ın Ak Parti’ye, geleneksel sağcı, Demirel ailesinin damadı İlhan Kesici’nin ve bir zamanların ülkücüsü, sonraları Mesut Yılmaz ANAP’ının vazgeçilmez isimlerinden olan Yaşar Okuyan’ın CHP’ye geçmesi bize sol ve sağ ayırımının kalmadığını gösteren birer örnek. Ayrıca Sosyalist Enternasyonal’in CHP’yi üyelikten çıkarmayı ciddi biçimde düşündüğü de ortada.

Mesut Yılmaz’ın yeniden meclise girmesi ile ona biçilen paye Mehmet Ağar’ın istifası ile boşalan DP liderliği oldu. Oysa CHP yönetiminde bir kriz doğmuşken ve artık sol sağ ayırımından ziyade zihniyet ve demokrasi anlayışlarının ayırıcı özellik taşıdığı siyaset dünyamızda Mesut Yılmaz CHP liderliğine çok daha yakışan bir isim olmaz mı? CHP tabanı yönetim sorununa Mustafa Sarıgül ile çözüm bulmaya çalışıyor. Sarıgül’ün çizgisi takip edildiğinde CHP’nin şu anki yönetiminde yer alanlardan farklı düşündüğünü gözlemlemek zor değil. Örneğin fotoğraf karelerinde Sarıgül’ün hemen yanı başında başörtülü bir teyzeye rastlamak ya da tabanda daha geniş kesimlere hitap edecek söylemlere sahip olması gibi. Ancak Sarıgül’ün Yılmaz’a göre dezavantajı var, o da milletvekili olamaması. Milletvekilliği partiyi toparlayabilmek ve hâkimiyeti sağlayabilmek açısından lider açısından önemli bir avantaj. Ayrıca Yılmaz’ın DP ile birleşme arifesindeki ANAP kökenli olması ve belli oranda ANAP tabanınca da seviliyor olması CHP’ye yeni bir oy akımı sağlayabilecek bir başka faktördür. Mesut Yılmaz liderliğindeki bir CHP, ANAP ve DP’nin 27 Nisan’daki Cumhurbaşkanlığı seçiminde tohumunu attıkları kendi aralarındaki birleşme iradelerini daha geniş kapsamlı bir çatı altında gerçekleştirme imkânını sağlayacaktır.

MHP için de farklı düşünmek gerekmiyor esasında. Oy oranları ve seçmen sayıları bakımından karşılaştırmak doğru olmasa da ilginç bir tesadüfle CHP+MHP milletvekillerinin sayısı aşağı yukarı CHP’nin 2002 seçimlerindeki sayısına tekabül etmesi ilginç bir örnektir. MHP’yi son seçimlerde destekleyen solun önde gelen kalemlerinde İlhan Selçuk ve benzerlerini, bunun yanında CHP=MHP formüllerinin taraflarca sıkça dile getirildiğini düşündüğümüzde CHP ile MHP arasında da çok bir farkın olmadığı anlaşılacaktır. Ancak şu da mümkündür ki, eğer MHP 1999–2002 arasındaki tutumlarının, aynı şekilde daha 2 ay öncesinde barajı aşar denilen DP’nin Cumhurbaşkanlığı seçimindeki tutumunun seçmen tarafından nasıl cezalandırıldığını görüp bu dönemde yapıcı bir muhalefet yaparsa CHP’nin biraz daha erimesine ve oylarını kendine çekmesine şahit olabiliriz. Çünkü yukarıda verdiğimiz örneklerden de anlaşılacağı üzere taban olarak iki parti arasında çok ciddi bir fark kalmamıştır.

Dört partinin neredeyse seçmenin tamamını temsil eder bir oranda oy alması her bakımdan Türkiye için güzel bir gelişmedir ve demokrasinin daha sağlam ve sağlıklı yerleşmesi için güzel bir fırsattır. Umuyoruz bu fırsat iyi değerlendirilir.

Bu yazı aynı zamanda Moral Haber'de yayınlanmıştır.