2 Mart 2014

Twittera Veda

2005 yılının son günlerinden bu yana blog yazıyorum. Uzun süreli ara vermişliğim de oldu, günde birden fazla post yayınlamışlığım da... En son 2010 ile 2012 arasında uzun bir dönem ara verdikten sonra geri dönüş yazımın başlığı "Makro mu, Mikro mu?" idi. O yazımda twitterın blogun tadını vermediğine değinmiştim. Buna rağmen twitterdan bir türlü kopamıyor ve bloguma yeterince vakit ayıramıyordum.

Önce Gezi olayları esnasında ve sonra da 17 Aralık sürecinde twitterda bir problem olduğu kanaati bende iyice pekişti. Tam bir girdap... Adeta aklınızı esir alan, aklınızla, hafızanızla dalga geçen, bireysel düşünme yetisini azaltan, sizi koyun sürüsünün bir ferdi yapmaya kalkışan, ilginç bir alan twitter... Ne yazık ki içinde olan insanlar her ne kadar kendi kendilerine inkar da etseler, hayatın sadece twitterda bahsedilenlerden ibaret olduğunu, herkesin oradaki insanlar gibi düşündüğünü, o düşüncelerin toplumun tamamının görüşünü yansıttığını sanmaya başlıyor. Gerçek hayatta hiç bir kıymet-i harbiyeleri bulunmayan insanlar orada edindikleri onlarca, yüzlerce hatta binlerce takipçiler sayesinde kendilerine bir önem atfedip dünyanın kendi fikirleri etrafında döndüğü zehabına ulaşıyorlar. Neticede ben 8-9 yıldır blogda yazıyor olmama rağmen blogumun okunurluluğu belki en fazla 20 kişi ile filan sınırlı iken twitterda yazdıklarımı 270 kişi okuyordu. Haydi bunların sadece 1/3'ü aktif olsun, o bile blog okur sayımın 4-5 katına tekabül ediyor. Bu da ister istemez o mecrayı daha cazip kılıyor.

Yazmak ve paylaşmak bir ihtiyaç, bunu inkar edemem. Ben lise yıllarımdan bu yana yazan birisiyim. Neticede insanda bir boşluğu doldurduğu kanaatindeyim. Fakat artık modern sosyal medya aracılığıyla değil, nisbeten artık klasik kalmış diyebileceğim buradan yazmaya devam edeceğim inşallah. Aklımı esir almaya kalkışan, aklımla dalga geçen bir platformdan uzaklaşmış olmanın rahatlığı ve dinginliği ile yazacağım inşallah. Okuyan olur veya olmaz, bunu bilmiyorum. Fakat önemli olan okunmaktan ziyade fikrimi beyan etmek ve fikrimi beyan ederken birilerine cevap yetiştirme güdüsüyle değil kendime ait fikirleri 140 karaktere sığıştırma derdi yaşamadan yazabilmek...

Vira bismillah...

12 Temmuz 2013

Sabır!

Sabrettim. Tam 1 aydır. Her gün önüme aldığım kalem deftere ya da bilgisayara şu Gezi hadisesi ile ilgili bir şeyler yazmaya niyetlendiğimde aklıma fitne bahsindeki hadisler gelince kalemim yazmaya, parmaklarım klavyeye dokunmaya yanaşmıyordu. Sonunda dayanamadım ve yazmaya karar verdim işte.

Yazmıyordum, zira zaten oluşturulan bir ayrılık gayrılığa bir de ben bir şeyler eklemek istemiyordum. Belki bir gün gelir pişmanlıklar ortaya çıkar da "keşke şunları yazmasaydık" demekten korkuyordum. Zaten yeterince ayrıştırıcı cümleler sarf edilirken... Ancak şu Geziciler yok mu? Avami tabirle tam bir gaza gelmişliğin esiri durumundalar. Farkında da değiller. Bunu örnekleyeceğim elbette ama bu durumlarının farkına varırlar mı acaba diye dertleniyorum bir taraftan da... 

Bana bir tane Gezici gösterin de istediği şeyi biliyor olsun.

İlk defa galiba olayların 3. veya 4. günüydü, Gezi destekçisi biriyle telefonda diyalog kurdum. En nihayetinde hükümetin istifasını istiyordu. "Peki seçim olmayacak mı?" "evet" "e kim seçilecek?" "Hayır, bu defa seçilemeyecekler" demişti. Henüz Kazlıçeşme'nin, Sincan'ın gerçekleşmediği günler... Ve de sıcak günlerin psikolojisi ile galibiyet hissi...

Olaylar durulunca Taksim'e gittim. Bir arkadaşımın iş yeri oradaydı ve umreden gelmişti. Umresini tebrik etmek amacındaydım. Bir taraftan da hadiselerin etkisini yakından görmek istedim. Ortak tanıdığımız bir büyüğümüzün henüz 18-19 yaşındaki, oy bile kullanmamış üniversite öğrencisi oğlu da bize eşlik etti. Bu genç kardeşimizin aile büyükleri mevcut iktidara oy vermiş kimselerdi. Kendisi de (halen) mevcut iktidara sempati duyuyordu. Meğer Gezi olaylarına katılmış, çadırlarda kalmış. Tam istediğim şeydi başıma gelen, Taksimdeydim, Gezi'nin adeta kutsanan gençlerinden biriyleydim ve sıcağı sıcağına olayları, görüşlerini dinleyecektim....

Gezi parkına doğru yürürken konuşmaya başladık; önce alkol tüketilmediğini söyledi ama alkol satıcıları vardı dedi. Sonra idrar kokusu olmadığını bahsetti. Tam o sırada polisin izin vermediği Gezi'nin ortasında bulduk kendimizi ve her taraf aradan geçen 3-5 güne rağmen o kötü kokudan geçilmiyordu. Bu o koku değil, değil mi dedim, gülümsedi. İdrar kokusu dendiğinde aklım hep o meşhur Kabataş hadisesine gidiyor ya son zamanlarda, o meseleyi sordum, "yalan, böyle bir olay olmadı burada" dedi, "zaten Kabataş'ta olmuş" dedim, "ha, öyle mi, bilmiyorum" dedi olanca saflığıyla... Yakın tarihe dair bir iki soruma ise genel geçer cümlelerle karşılık verdiğinde 90'lıların zaten herkesçe malum halini onda da görüp acıdım.

O kardeşimizi orada bırakalım. Y nesline bir göz atalım. Benim yeğenlerim var 90'lı. Tanınmayacak bilinmeyecek kimseler değiller. Nihayetinde herkesin evinde veya çevresinde bu nesilden birileri bulunuyordur. Eline bırakın bir kitap almayı, bir gazetenin 3. ve son sayfasından başka sayfasına göz atmamış, kendini ifade etmekte zorlanan, klavye kullanmaktan el yazıları okunmayan, hayatları bilgisayar ekranı ile ÖSYM'nin hazırladığı sınavlar arasında geçmiş bir nesilden bahsediyoruz. Genellemeyi sevmiyorum ama bu neslin bu saydıklarımdan farklı olanı gerçekten de çok azınlık kalır.

Çok zekilermiş, mizah yapabiliyorlarmış; esasen her şeyin mizahla anlatılmaya kalkışılması da bir bakıma kendilerini ifade edememezlikten değil midir? Zaten bir noktadan sonra o mizahların içi boşalmıyor mu? Ortada geriye kalan boş laflar oluyor. Kimse boşuna bu nesli kutsamasın, herkes bu nesilden şikayetçi iken, tam da şikayetçi olunan (dünyadan bihaber, bu yönleriyle saf olmaları) yönleri kullanılarak ortalığa itilmeleri tam bir ahlaksızlık örneğidir.

Gezi meselesinin bir başka noktasına gelirsek; eğer Gezi eylemleri bir direniş ve devrim olacaksa -ki başından bu yana buna inanmadım zira beyaz yakalıların ve sanatçıların şimdiye kadar devrim yapabildiklerine dünya şahit olmamıştır. Bunlar ancak bir devrimin en son kısmında tamamlayıcı güç olabilirler, yoksa itici güç olamazlar. Ayrıştırıcı bir cümle olacak ama yazmadan edemeyeceğim; tabiri caizse Bağcılar'dan, Güngören'den, Zeytinburnu'ndan çıkmayacak bir devrim ateşi hiç bir zaman sonuç alamaz. Etiler'den, Bebek'ten gelen devrimcinin devrim ateşi Bodrum mevsimi başlayana kadar sürer...

Bir noktaya daha değinmek istiyorum. Tayyip Erdoğan'ın dilini diline dolayanlara da şunu sormak gerek; tarihte başarılı olup da sert olmayan, dik durmayan bir lider gösterilebilir mi? Kaldı ki en sert söze karşı bile cevap medeni iseniz yine sözle olur, "biz halkız, biz ne yaparsak yapalım, bize mübah. Otobüs de yakarız, molotof da atarız." Bu mudur sertliğin karşılığı? Sebep sonuç ilişkisine de iyi bakmak gerek ayrıca.

Son olarak olayları ateşleyen sabaha karşı çadırların yakılması eylemini doğru bulmadığımı belirtirim. Ancak bu hadisenin tüm bu olanlara gerekçe teşkil edemeyeceğini belirtmeye gerek yok sanırım.

9 Mart 2013

Sosyal Medya

Bloggerı da bir sosyal medya aracı olarak kabul edersek neredeyse 8 yıldır bu platformun bir parçası sayılırım ama işin aslı twitter ve facebook çıktıktan sonra gerçekten çok şey değişti. Bende öyle ama eminim bir çok kişide de benzer bir hal söz konusu; bir dönem gazetelerin internet siteleri ve diğer haber siteleri en hızlı haber kaynağımız olurken sosyal medya ile birlikte bazı haberleri haber sitelerinden bile önce öğrenebilme imkanı doğdu. Hatta bazı muhabirleri takip ettiğinizde haberi ilk kaynaktan bile öğrenme imkanına sahipsiniz sosyal medya sayesinde.


Esasen yazımın konusu bu değil. Girizgah mahiyetinde görün siz bu cümleleri. Esas bahsetmek istediğim şey çok daha farklı. Facebook ve özellikle twitter yüzünden bazı insanlardan soğuduğumu hissediyorum çoğu zaman. İsim vermek istemiyorum ama sosyal medya öncesinde çok değer verdiğim ya da toplum nezdinde bir değerlerinin olduğunu düşündüğüm bazı kişilerin oradaki paylaşımları, insanlarla girdikleri birebir diyaloglar beni kendilerinden uzaklaştırdı. Galiba tanımak istediğim veya tanıdığım kişiden farklı birilerini gördüm karşımda sosyal medya aracılığı ile. Sosyal medyanın bu yönünü keşfedip hiç kullanmayan meşhurların var olduğunu da gözlemledim ve hatta birinden de dinledim. Hak verdim. Gerçekten de topluma mal olmuş biri olsaydım büyük ihtimalle sosyal medyayı ya hiç kullanmaz ya da profesyonel destek almak kaydıyla kullanırdım.

Sosyal medya üzerine bir başka tespitim de yine daha önce bir başka nedenle eleştirdiğim meslektaşlarımla ilgili. Yahu arkadaş biyografine yaz avukat olduğunu da büyük harflerle isminin önüne avukat diye yazma görgüsüzlüğü neyin nesi? Hadi kullanıcı adına @av.... filan yazanlar var, bunu da bir nebze anlayışla karşılayabiliyorum da öbür türlüsü gerçekten çok kötü.

Bunu da yazmazsam çatlarım, bir bakanın danışmanı olan bir zat da profil fotoğrafı olarak makam aracının sağ arka koltuğunda bacak bacak üstüne atmış bir fotoğrafını belirlemişti. Halen devam ediyordur aynı fotoğrafla diye tahmin ediyorum.

Velhasıl, sosyal medya sayesinde de çok şey gördük ve görüyoruz, öğrendik ve öğreniyoruz. Fakat artık sıkmaya başladı. Sıradaki gelsin lütfen.


16 Şubat 2013

Faizden Ne Anlıyormuşuz?


Farkındayım, uzun zaman oldu son yazımı yazalı. O yazıda yaptığım anket sonucunu daha kısa sürede paylaşmalıydım. Bahanelerimi sıralamadan bu yazımda o anketin sonuçlarını paylaşacağım.

Öncelikle ankete katılan 32 kişiye teşekkür ederim.

Cevaplara gelirsek;

Anketin ilk sorusu hangi muamelenin faizli olduğu yönündeydi. Bu soru şu şekilde cevaplanmış;


Bankalar aracılığıyla araç ve konut kredisi kullanmak 28
Kredi kartının asgari borcunu ödemek 27
Kredi kartı kullanmak 8
İhtiyaç kredisi kullanmak 30
Bankaların vadeli hesaplarına para yatırmak 27
Devlet tahvili almak 19

Bu soruda özellikle bazı katılımcılar devlet tahvilinin ne olduğu hakkında bilgisi olmadığını yazmıştı. Dolayısıyla  o şıkkın gerçek sonucu aksettiği şüpheli. Bunun yanında ihtiyaç kredisi kullanmayı sadece 2 kişi faiz olarak görmemiş. Demek bu hususta aşağı yukarı bir konsensüs oluşmuş.

Esasen anketi hazırlarken çok hızlı ve teferruatlı düşünmeden hazırladığım için yeterli sonuç elde edilmesine engel oldu bu durum. Özellikle katılım bankaları ayrımını daha net koymalıydım diye düşünüyorum. Mesela ilk sorunun cevabı bazıları için muhtemelen katılım veya diğer bankalardan olmasına göre değişecekti.

İkinci anket sorum ise katılım bankaları ile diğerleri arasında bir fark olup olmadığı yönündeydi. Buna 18 kişi, evet fark var derken diğer 14 kişi bir fark görmüyorum demiş.

Bankacılık işlemlerinizde hangisini tercih ediyorsunuz soruma da eşit cevap verilmiş.

Anketi hazırlayınca kullandığım sosyal medya platformlarında da paylaştım ve oralardan bazı arkadaşlarım benim de düşüncelerimi merak ettiler. Açıkçası elimden geldiğince hiçbirine bulaşmamaya çalışsam da günümüz şartlarında bunu sağlamak neredeyse mümkün olmadığından mecburen şerrin ehveni olarak gördüğüm katılım bankalarını tercih ediyorum. Bununla beraber mesleğim icabı bir bakıma zorunlu olarak bir devlet bankasıyla da çalışmak zorunda kaldım şu anketi hazırladıktan hemen sonra.

Kredi kartı konusunda ise ince bir ayrıntıya dikkat çekmek istiyorum. Özellikle faiz hassasiyeti olan kişiler vadesi geldiğinde tamamı ödenen kredi kartları için "nasıl olsa faiz ödemiyorum, dolayısıyla caizdir" diye düşünseler de hukukta bir kural vardır, onu hatırlatmak gerekiyor. Bir işlemin (hukuka) uygunluğu (caizliği) işlemin temelinden itibaren belirlenen çerçeve dışına çıkılmaması ile mümkündür. Yani faiz ödemiyorum denilen kredi kartlarında yapılan sözleşme bir faiz sözleşmesidir ve bu sözleşme ile işlemin temelinde sakatlık söz konusudur. Dolayısıyla faiz ödemiyorum deyip kurtulmak kolay olmasa gerek.

Bu ifadelerimle anketin ilk bölümündeki soruların tümüne cevabımın anlaşılmış olduğunu düşünüyorum.

11 Ocak 2013

Faizden Anladığımız?

Bugün cuma hutbesinde imam dinimizce yasaklanan faiz ve benzeri diğer yasaklardan bahsetti. Hutbe konusu güzeldi de acaba camide bulunan belki imam dahil hemen hepimizin cebinde bulunan banka kapılarının bir başka değişle kredi kartlarının hangi şartlarda kullanımı caizdir acaba? Ya da yine bir çok kişinin ödemek zorunda kaldığı araç kredisi, konut kredisi ve daha niceleri...

Oysa özellikle de son yıllarda dindarlaşma ve muhafazakarlaşma eğiliminde olduğu söyleniyor toplumumuzun. Peki bu eğilim faize bakış açımızda bir değişim oluşturuyor mu yoksa tam aksine -tabiri caiz ise- tüm iliklerimize kadar faizin içinde miyiz?

İşte tüm bu düşünceler içinde aşağıdaki anketi hazırlamak geçti içimden. Kabul etmek gerekir ki amatörce hazırlanmış bir anket olup katkıda bulunacaklar da sayılıdır. Kısaca bir anketten beklenecek istatistiksel bir veri doğurmayacak. Ancak yine de katılır ve fikrinizi paylaşırsanız, hatta yorumlarınızla da desteklerseniz sevinirim.

7 Ocak 2013

Sanal Günler ve Diyet Sebebi

Bugün yoğun kar yağışını bahane ederek tatil yaptım. Böylece gündem yoğunluğundan sıyrılarak okuyamadığım e-postalarımı, pocketta biriken yazıları eritmeye çalıştım. Bir taraftan da sosyolojik bir konuya kendiliğinden vakıf oldum.

E-postaları okurken bir şey dikkatimi çekti. 30 Aralık günü arka arkaya sıralanmış Hotmail Calendar mailleri gördüm. Neymiş diye kontrol edince anladım ki birçok arkadaşım doğum tarihini 30 Aralık olarak ayarlamış. Oysa bir çoğunun gerçek doğum tarihlerini biliyordum ve hiçbiri 30 Aralıkta doğmamıştı. Evet, ben de bazen uydurmam gerektiğinde 1 Ocak veya 31 Aralık yazarım ama 30 Aralık yazan da varmış demek ki.
 
Bu durum aklıma doğum gününe dair başka bir hususu getirdi. İnternet dünyası ile tanışalı 15 yılı geçiyor. Bu sürede şimdi bir çoğunun ismini bile hatırlamadığım, bazen o an lazım olduğundan bazen ne için girdiğimi dahi hatırlamadığım sitelere üye oldum. Doğum günümde hangi sitelerde üyeliklerim olduğunu hatırlıyorum. Çünkü o gün hepsi doğum günümü kutluyor.

Bugün vukufiyet sağladığım sosoyolojik vaka ise şu; özellikle ev hanımlarının genelde diyet yapmaları gerçekten de anlaşılır bir şeymiş. İnsan evde kaldığında sürekli mutfağa girme ihtiyacı duyuyor. Bugün defalarca atıştırmama ve normal öğünlerimi yememe rağmen gün içerisinde neredeyse aç gezdiğimi hissettim. Sanırım ev ortamı insana yediriyor.

Karlı bir günün bana düşündürdükleriydi bunlar.

19 Aralık 2012

Şam'a Özlem

Suriye'deki hadiseler, oranın hayatımın önemli bir parçası olması nedeniyle neredeyse aklımdan çıkmıyor. Ve nedense Suriye denildiğinde aklıma hep pozitif insanları, pozitif düşünceleri, güler yüzleri, klasik müzikleri ve tabi ki felafel geliyor. Evet bazen kendimden utanacak kadar felafeli düşündüğüm oluyor, zira oradaki zulüm devam ederken benim bunu düşünüyor olmam hoş gelmiyor bana.

Önce Şam'ın bir hatırası olarak müezzinin rahatsızlığı nedeniyle öksürerek okuduğu ama kulağımdan hiç gitmeyen ezanın bir parçasını paylaşmak istiyorum;


Bu ezandan sonra ise Şam'ın bir başka güzelliğine dalalım. Her noktası tarih kokan Şam sokaklarında pencereden ya da bir bakkaldan sızan Klasik Arap Müziğinin eşliğinde adımlamak anlatılacak bir duygu değildir. Bu gerçekten de ancak yaşanır. Adeta tarihte yolculuk yaptığınızı düşündürür size bu gezinti. Bu tarih yolculuğunda size eşlik eden sadece o eşsiz müzik olmayacaktır, birbirinden enfes baharat karışımlarının kokusu ve elbette evlerin mutfaklarından gelen ve sizi baştan çıkartabilecek yemek kokuları... Turumuzun sonunda Hamidiye çarşısındaki dondurmacıdan yiyeceğimiz bir külah enfes bir dondurma hem turumuzu taçlandıracak hem de tüm yorgunluğumuzu unutturacaktır.

Aslında Şam'ın bakkalları bile belki tek başına bir yazı konusu olabilirdi ama bunu bir başka yazıya bırakalım.

Şimdi hep beraber Suriye'nin yine klasikleşmiş müzisyenlerinden Sabri Moudallal'i (Sabri Müdellel) dinleyerek oralara gitmeye çalışalım;


Umuyorum ve öyle inanıyorum ki, en kısa zamanda huzura kavuşacaktır Suriye.

Klasik Arap Müziği için bir başka örnek, Ferit Atraş'ı yazmıştım bir zamanlar.

En son 2010 yılında kurban bayramını Suriye'de geçirmiştim ve gezimi bir yazıyla paylaşmıştım.

Yine bir süre önce Suriye'nin önde gelen müzisyenlerinden Sabah Fahri'yi de bir başka yazımla paylaşmıştım.

Ve ola ki felafel de ne ve nerede yiyebilirim diye düşünen olursa Şam'da yediklerimin çakması da olsa az buçuk özlemimi giderdiği için zaman zaman gidip yediğim Falafel House'u tavsiye edebilirim.

25 Kasım 2012

Çocukluğumun Oyunları

Şimdiki nüfusun belki en şanslıları bizim nesildi diye düşünüyorum bazı zamanlar. Gerçekten de bizden hemen sonraki nesille bile aramızda uçurum olduğunu görüyorum. Hatta 80'lere olan özlem sosyal medya ve internet aleminde en çok paylaşılanlar arasında yer alıyor. Bizim nesil, yani 80'lerde çocuk olanlar bir nebze de olsa eskiye dair bir şeyleri görebildik çok şükür.

Zaman zaman aklıma gelen çocukluğumuzun unutulmaya yüz tutmuş oyunlarını hatıramızda taze kalmaları ümidi ile yazmayı düşündüm.

İlk aklıma gelen çivi idi. Genelde büyük boy bir çivi ile oynanıyordu. Tam bir sokak ve kış oyunuydu zira oyun ancak kıvamlı bir çamur üzerinde oynanabiliyordu. Rakibinizin attığı noktayı çevrelemek ve çıkışına mani olmaktı oyunun amacı. Bu oyunun en zevkli yanı çok dar bir noktadan çıkışta çivinin diğer çizgilere değip değmediğinin tartışılması idi.

Doğrusu yazarken bile şimdi imkanım olsa da kafama uygun bir dostla bu oyunu oynasaydım diye düşündüm.

Topaç, misket ve aklıma gelmeyen daha nicesini de bir başka defa yazmak üzere şimdilik bununla yetineyim.

10 Kasım 2012

Pocket

İnternet'in kendisi başlı başına bir kolaylık ama onun içinde de bazı uygulamalar var ki o kolaylığı daha da kolaylaştırıyor. Bugün bu uygulamalardan sadece birinden bahsetmek istiyorum. Zaman zaman diğerlerini de paylaşmak niyetindeyim.

Bugün tanıtacağım uygulamanın adı pocket. İngilizce'de cebe atmak, yerleştirmek gibi anlamlara gelen bu kelime, aslında uygulamanın da anlamını karşılıyor. Uygulama birkaç kolaylık sağlıyor, bir tanesi sonra okuma özelliği, ikincisi web sayfasında gözünüzü alan nice anlamsız reklam ve benzeri görsellerden arındırılmış düz metin şeklinde okuma, üçüncüsü ise mobil cihazlarla eşleştirerek okumak istediğiniz metinleri her yerden ve yine sadece düz metin şeklinde gözü yormadan okuyabilme özelliği. Web sayfasındaki görsellerden arındırılmış olmakla beraber metin içindeki görsel ve videoları görebiliyoruz.

Twitterı genellikle kısıtlı zaman dilimlerimde (örneğin zorunlu bekleme anlarında) takip ettiğimden, paylaşılan linkleri  o esnada okuyamıyordum. Telefonumda kullandığım tweetbot uygulamasında "sonra oku" ayarından pocket uygulamasını seçtim ve artık paylaşılan linki iki hareketle pocket uygulamasına gönderiyorum. Böylece hem istediğim zaman hem her yerde ve hem de web sayfası olarak değil de düz metin şeklinde okuyabiliyorum paylaşılan linkleri.

Bu arada ismi geçmişken tweetbot uygulamasının da twitter uygulamaları içinde en doğru seçim olduğunu belirtmeliyim.

Google chorome için de geliştirilen uygulama ile webde gezinirken istediğim bir sayfayı pocket uygulamasına gönderebiliyor, ya da mail ile herhangi bir linki yine pocket uygulamasına gönderebiliyorum.

Bu işin belki en güzel yanlarından biri de İnternet bağlantınızın hiç olmadığı bir yerde dahi olsanız uygulamanızdan okumaya yarar eski linklerden biri illa ki bulunuyor.

Adresi şu; http://getpocket.com/


22 Ekim 2012

Sabah Fakhri

Bana Arap müziği nedir diye sorsanız ilk aklıma gelen uzun olmaları ise ikincisi de bu uzun müziğin ilk yarısı tek düze ise ikinci yarısı bir o kadar hareketli olur ve insanı yerinde durdurmaz. İşte bunun bir örneğini ilk videoda göreceksiniz.



Sabah Fahri (Sabah Fakhri) aslen Halepli olup sesi biraz İbrahim Tatlıses'i andıran, belki daha iyi bir tanımlama ile sesini Tatlıses kadar rahat kullanabilen biri. 1933 doğumlu olmasına rağmen sesinden hala bir şey eksilmemiş.

Aynı zamanda Mevlevi olan Sabah Fahri 12 saatlik bir konserle Guinness'e de girmiştir.

Sabah Fahri ve diğer bir çok Arap müzisyeni son zamanlarda daha sık dinlemeye başladığımı fark ettim. Bunda en büyük etken galiba Suriye'de yaşanan hadiselerin oraya olan özlemimi artırması ve bu müziklerin buna bağlı olarak oraları hatırlamama birer vesile olması. Bilvesile içinde bulunduğumuz mübarek günler hürmetine oradaki zulmün de bir an evvel bitmesini can-ı gönülden niyaz ediyorum.



Sabah Fahri'nin resmi web sitesi; http://www.sabahfakhri.org/

16 Ekim 2012

Hayallerin Peşinde

2009 yılında Türkiye'de gösterime girdiğinde sırf Titanik filminin baş rol oyuncularının yine baş rol oynadıklarını görmek bile "Hayallerin Peşinde" (Revolutionary Road) filmini seyretmek için yeterli bir sebepti. Ancak o günün şartlarında her nasılsa seyredemediğim filmi geçtiğimiz hafta sonu evde seyretmek nasip oldu.

Zaman zaman seyrettiğim ve hoşuma giden filmleri buradan paylaşmamın biraz da aslında bana bakan bir yönü var, zira hem seyredip seyretmediğimi hem de filmin içeriğini unutuyorum. Unutmamak için de ziyaretçilerimle paylaşıyorum. Fakat film paylaşımlarında dikkat edilmesi gereken en önemli husus seyretmeyenlere filmin heyecanını yitirici bilgileri vermemek. Bu da oldukça zor bir iş. Özellikle bu film için bunda zorlanabileceğimi söylemeliyim.

Filmin türü için psikolojik diyebiliriz. Aile içi ilişkileri işlediği için özellikle yeni evlenecekler ve 1-2 yıllık evlilerin seyretmesini tavsiye etmiyorum. Evliliğin akıllarda bu filmde anlatıldığı gibi kalması çok sağlıklı olmasa gerek. Çok tartışan evliler için ise şunu tavsiye edebilirim; mutlaka izlenmeli çünkü gerçekten tartışma sahneleri çok gerçekçi ve aynı zamanda müthiş bir oyunculuk gösterisi. Belki kendi tartışmalarına dönüp bakmalarına fırsat verebilir o sahneler.

Filmin ilk başlarında 2 çocuğun varlığı beni oldukça tedirgin ettiyse de ilerleyen sahnelerde çocukların filmde pek de konu edilmemeleri rahatlattı. Nedense çocuklarım olduktan sonra çocukların ezildikleri, mağdur oldukları filmleri izlemekte çok zorlanıyorum.

Film aklınıza gelebilecek aile içi hemen her travmayı seyirciye gerçekçi bir şekilde yansıtıyor. Bu cümlemi açsam yukarıda film paylaşımındaki dikkat edilmesi gereken en önemli hususa dikkat etmemiş olacağım. Bu yüzden bu kadarlık bir ifadeyle yetiniyorum.

Filmin imdb sayfası için bu linki tıklayabilirsiniz.

2 Ekim 2012

Hız

Eskiden yüksek hız yapınca gençliğin verdiği farklı bir heyecan vardı; "az daha basabilsem" derdik. Yaş olgunlaştıkça, sırtımızdaki sorumluluklar arttıkça aynı hız bu defa daha başka bir heyecan oluşturuyor. 

Saatte 200 km hızı ilk 1994 yılında yapmıştım. o hızı yaptığım yol şimdi duble yol oldu, o yolda şimdi yapamam o hızı. Otobanda bile bu hıza en fazla 1-2 dakika dayanabiliyorum.


Bu arada fotoğraftaki araç ve hız bana ait değil.

26 Eylül 2012

Adliye Koridorları

Başlığı görünce kavga-dövüş sahnelerini anlatacağım sanılmasın. Adliye koridorlarının bir başka yüzüne değinmek istiyorum bugün.

Daktilo kullanan, oduncu gömleği üzerine annelerinin veya eşlerinin el emeği göz nuru işledikleri süveterleri giyen ve bu süveterlerinin içine gelişi güzel kravat bağlayan memurları özledim ben. Mesleğe ilk başladığım zamanlarda tek-tük rastlıyordum böylelerine. Geçen adliye koridorlarında dolaşan birine rastladım, meğer o da emekli olmuş, bir meslektaşıma yardım ediyormuş. Fakat onun da kıyafeti değişmiş.

Şimdiki memurları hakim-savcıdan ayırt edebilmek neredeyse mümkün değil. Öz güven unsuru olmasa hiç ayırt edemezsiniz ama hakim ve savcılar diğer memurlara göre biraz daha dik yürüyorlar.

"Avukatsın, başkaları ile ne uğraşıyorsun" diyenler çıkabilir. Fakat asıl sözüm zaten avukatlara.

Küçük dağları biz yarattık (haşa) edası ile yürüyen kim varsa bilin ki işte o avukattır. Sırtında cübbe olması gerekmiyor yani. Ama bir de sırtında cübbesi ile ve cübbesini savura savura yürüyenler var ki dokunsanız yıkılırsınız. Sahi, mutevazı olmak bu mesleğe ters midir? Neden en iyisi, en diki, en gösterişlisi olmak zorunda hissediyor avukatlar kendilerini? Eksiklikleri kapatmanın bir yolu mu bu yoksa? Üzerindeki kıyafetinden cebindeki telefonuna, altındaki arabasına kadar her taraflarından gösteriş akan bir zümre olmak zorunda mıyız? Bu durum bazılarında hiç sırıtmaz iken bazılarında (çoğunda da diyebiliriz) ise gerçekten çok fena duruyor.

Bir de kartvizitler var. Mesela şöyle; A V U K A T filan filan... Ofis tabelaları var, adliyelerin etrafındaki tabelalara denk gelirseniz bir göz gezdirin. Neredeyse cephe giydirecek arkadaşlar.

Hakimlerin meşhur bir sözü var, "biz kararlarımızla konuşuruz" diye. Avukatların da keşke "biz yaptığımız işimizle konuşalım" diye bir düsturları olsa.


21 Eylül 2012

İstanbul

"Bir şehre aşık olmanın anlamını anladım dün gece..."


Taslaklarımı incelerken gördüm,17.03.2009'da yazmışım bu cümleyi. Kar altında Bolu Dağlarından geçtiğim bir kış yolculuğunun sonrasında, Yıldız'ın tepelerinden bahar güneşinin doğumuyla boğazı seyrettiğim bir anın ertesinde.

Not: Fotoğraf Nasa'dan alınmıştır.

11 Eylül 2012

"Nezaket" Risktir

Türkiye'de birçok konuda kurallara uymak nezaket olarak görülüyor. Oysa söz konusu olan zaten kuraldır. Buna en açık örnek şu; yaya geçidinin olduğu noktalarda yayaların önceliği vardır, kural budur. Fakat bizde böyle bir kuralın varlığından bihaber olan o kadar çok sürücü var ki, bu noktada gördüğü bir yayaya lütufta bulunurmuşçasına durup bir de eliyle geç işareti yapar. Bu da kendince bir "nezaket" olur. Bunun istisnai bir durum olduğunu belirtmeye gerek yok sanırım.



Türkiye'de esas olan zenginin (araç sahibinin) fakire (yaya olana) üstünlüğüdür. Diyelim araç kullanıyorsunuz ve yayaların üstün olduğu bir noktadan geçerken kural gereği durdunuz. Bir kaç tane risk var ortada; sizin durmanıza güvenip geçen yayaya sizin "yol ortasında" durmanıza da kızmış ve boş şeridi görüp sinirle ve hızla geçen diğer sürücünün çarpma ihtimali ciddi bir unsur. Diğer bir risk yaya geçidi kuralından bihaber diğer sürücünün arkadan gelip size vurmasıdır. Tüm bu riskleri göze alıp durdunuz ve bahsi geçen ihtimallerden biri gerçekleşti diyelim, kurala uyan siz bile olsanız linç edilecek olan da siz olursunuz.

Benzer durumlar trafiğin bir çok kuralında geçerli ne yazık ki.

Asansöre binerken hiç tanımadığı insana öncelik tanıyan bir millet yollarda nasıl oluyor da canavarlaşıyor, anlamıyorum. Sosyolojik bir tahlil gerekiyor.

9 Eylül 2012

Bab' Aziz

“Allah’a ulaşan yollar yaradılmışların nefesleri adedincedir.”

Uzun zamandır övgüsünü dinleyip okuduğum ama bir türlü seyredemediğim filmi bugün izledim. Film adeta Mevlana'nın Şeb-i Arus düşüncesinin sahneye yansıtılmış hali. Dünya yolculuğu (ömür) bir çöl yolculuğu ile anlatılmış. Film tasavvufa uzak olanlar için bir miktar sıkıcı gelebilir belki. Replikleri mesaj yüklü ve öyle tahmin ediyorum ki bir çoğu çeşitli tasavvuf eserlerinden alınmıştı. Ben bir çoğunu ya dinlemiş ya da okumuştum o repliklerin ama filmin içerisinde serpiştirilmiş halleri oldukça etkileyiciydi.

Filmin müzikleri ise olağan üstüydü.


Tekrar izlenmeyi hak eden bir film, hak etmekten de öte, özümseyebilmek için şart.

9 Ağustos 2012

Çocuk ve Cami

Ramazan'ın yaz aylarına denk gelmesi ile birlikte insanlar çocuklarını daha bir iştiyakla camilere, teravihlere götürmeye başladılar. Bu da haliyle yıllardır süregelen çocuk ve cami tartışmalarının artmasına neden oldu.

Dün evimin hemen yanındaki caminin imamı cemaate çocuklarını camiye getirmelerini ve çocukları azarlamamalarını tavsiye etti. Fakat camide altını ıslatan çocuğun kirlettiği halıyı çocuğun ebeveyninin haber bile etmediğini ve gün içinde camiye giren çocukların bir aydınlatmayı kırdıklarını anlattı. Çocuklara kavl-i leyn ile cami adabının anlatılması gerektiğini de söyledi ve bence çok yerinde bir konuşmaydı.

Twitterda da konuyla ilgili hemen her gün bir şeyler yazılıyor. En son uzman pedagog Adem Güneş de konuya değinince kendi tecrübem canlandı zihnimde birden. Zaten bir süre önce yazdığım Bugünün Çocukları başlıklı yazıma gelen bir yorumda da benim geçmişte yaşadığım bir hadise hatırlatılmış ve ben de bunun yeni bir yazı konusu olabileceğini belirtmiştim. İşte o yazı bu yazı olsun.

Küçükken yaşadığımız ilçede misafirliğe gittiğimiz bir gün ev sahibi ile birlikte babam ve ağabeylerim hep beraber yatsı namazına gitmiştik. Evden başka bir yerde tuvalete gidemeyen biri olarak camide altımı ıslatmam kaçınılmaz olmuştu. Yanında durduğum misafirliğe gittiğimiz ev sahibi ağladığımı duyar duymaz namazı bozdu ve beni kucakladığı gibi eve götürdü. Namaza devam eden ağabeylerim ise cami dönüşü âmâ olan cami görevlisinin beni aradığını söyleyerek o camiden beni soğutmuşlardı. Hatta cuma geceleri ilçemizde yatsı namazı öncesi sala verilirdi ve o camiden gelen sala sesini anlamadığım için ağabeylerim o salayı benim malum hadiseyi hikayelendiren bir biçime dönüştürürler ve yine beni korkuturlardı. Neden sonra babam beni bir gün her nasılsa yine o camiye götürdü ve bütün korkularım izale oldu.

Yaz aylarında ninemin kaldığı köye gider ve yazın büyük bir kısmını orada geçirirdik. Yine köyde sağır ve dilsiz olan cami cemaatinden biri vardı. Kısa kollu giysilere çok kızıyordu ve kovalıyordu. Evet,  köyümüzde benim çocukluğum döneminde kısa kollu giyinen çocuk bile neredeyse yoktu ve ben de sırf o adamcağızın yüzünden camiye gidemiyordum. Babam yine beni elimden tutup götürüyordu. Böylece hem cemaate örnek oluyor hem de benim korkumu yenmemi sağlıyordu.

Yine bir defasında da babamın görevi gereği camide vaaz kürsüsünde olduğu esnada babamın yanına çıkmıştım. Çıktığımı hatırlıyorum ancak nasıl indiğimi veya indirildiğimi hatırlamıyorum. Ancak o sahneden hatırımda incindiğime dair bir iz yok.

Adem Güneş'in bahsi geçen twitine cevaben de yazdığımı bu örneklemelerden sonra tekrarlayacak olursam; bence cami cemaatinin ve özellikle yaşlıların çocukları azarlaması hiç bir zaman sona ermeyecektir. İnsanlık ve ihtiyarlık var olduğu sürece bu devam edecektir. Ancak insanlar (aileler/ebeveyn) çocuklarının camiyi sevmemesine bahane olarak bu gerekçeyi sunmamalı. Çocuğa verilecek terbiye cami cemaatinin azarına değil ebeveynin vereceği sevgiye daha duyarlı olduğunda bu azarların varlığı önemini yitirecektir. Ben buradaki örneklerin haricinde daha bir çok yaşadığım olumsuzluğa rağmen camileri hep sevdim ve bundaki en büyük etken babam ve ailemdi.

2 Ağustos 2012

Beyazıt Camiinde Teravih

Ramazanın bana en çok özlettiği şey şüphesiz kutsal topraklar oluyor. Orucuyla, iftarıyla, teravih ve teheccütleriyle bu mübarek ayı orada ihya edebilmenin tarifi ne yazık ki yok... Ancak İstanbul'da olmanın bir avantajı da selatin camilerindeki atmosferin o özlemi nispeten dindirebilmesidir.

Beyazıt Camii benim için ayrı yeri olan selatin camilerinden biri. Zira fakültede okuduğum dönem özellikle öğle namazlarını eda ettiğim, rahmetli İsmail Biçer Hocaefendiyi dinleyebilmek için derse 5-10 dakika geç kaldığım bir cami.

Bu defa gittiğimde yaşadığım hüznün kaynağını iç alemimde sorgularken acaba geçmişe olan özlemin getirdiği bir hüzün mü diye düşündüm ancak önceki günlerde tadilattan yeni çıkan ve pırıl pırıl parlayan Fatih Camiindeki parıltıyı görememekten olabileceği aklıma geldi. Gerçekten de köhnemiş, sönük ışıklar, kararmış mermerler ve sütunlar insana bir hüzün veriyor Beyazıt Camiinde. Muhtemelen kısa süre içinde orası da tadilata alınır. Ancak yine de tereddüt yaşıyorum, çünkü bu hali bize hüzün verse de geçmişten gelip ayakta kaldığını göstermekle ayrı bir duyguya da neden oluyor.

Bu camilerin bir de kendi hüzünleri var aslında. Onların o hüzünlerini de bizler izale edebiliriz. Özellikle Beyazıt Camii, Süleymaniye Camii bunların başında geliyor. Bu camilerin etrafında neredeyse yerleşim merkezinin kalmaması öğle ve ikindi namazları haricinde camilerin boş kalmasına neden oluyor. İmkanı ve vakti olanlar bu camileri boş bırakmamalı. Bu camilerin hüznü bir kaç gün önce haber de olmuştu.



Suat Hoca Beyazıt Camiinin kurra imam geleneğine uyan biri. Vitir öncesindeki natı ve sonrasındaki kıraati dinlemeye değer.

20 Temmuz 2012

Kıbrıs Gezisi

Geçtiğimiz Nisan ayında bir grup arkadaş içimizdeki "yaza merhaba" duygusunu tatmin için, biraz da Kıbrıs gezisi için en iyi mevsim olacağı kanaatiyle Kıbrıs seyahati düzenledik. Toplam 36 saatlik bir seyahat oldu ama zamanımızın tamamını dolu geçirdik.

Kıbrıs özellikle muhafazakar kesim için uzak durulması gereken yerlerden biriymiş gibi algılanıyor ama asla öyle olmamalı ve öyle de olmadığını bizim gezimizle ben anlamış oldum.
Ziyaretimizin ilk bölümünü Kırklar Türbesine yaptık. Burada 40 sahabenin kabri olduğu rivayet ediliyor.
Lala Mustafa Paşa Camii ise katedralden çevrilme bir cami. En büyük 2 camiden biri olan mekan 16. yüz yılda camiye çevrilmiş. 
 Lala Mustafa Paşa Camii girişi.
 Cami Katedral mimarilerinin tüm özelliklerine sahip.
Daha sonra fotoğraf çekmenin yasak olduğu Maraş bölgesini ziyaret ettik. Harika bir kumsala sahip olan bu bölge hala 1974'ün izlerine sahip. İşte bu bina da vurulan binalardan biri.
Burası da Hz. İsa (A.S.)'nın havarilerinden Barnabas'ın kabrinin olduğu rivayet edilen  bir yer. Sükunetine hakim olduğu güzel bir yerdi.
Sonrasında Kantara Kalesine çıktık. Burası Kıbrıs'ın Beş Parmak Dağlarında yer alan -yanılmıyorsam- 3 kalesinden biri. Kaleye gidebilmek için dar bir dağ yolundan hayli zahmetli bir yolculuk yaptık.
Bu kalenin Bizanslılar tarafından Müslümanlara karşı direnebilmek amacıyla yaptırıldığı rivayet ediliyor. Kaleden araçların gelebildiği noktanın görüntüsünde ne kadar yüksek bir yapı olduğu anlaşılıyor. Araç yolu kadar zahmetli olmasa da yaya yolu da zor bir yoldu. Yaşlılara göre değildi.
Bu görünen kısım ise Kıbrıs'ın burnu diye tabir edilen en uç kısmı. Dikkat edildiğinde her iki tarafın da deniz olduğu anlaşılacaktır. 
Yine benzer bir kareye ayrıca sis eklenmiş. 
Bu da kalenin aşağıdan görüntüsü.
Ve Rum Kesimi ile sınır... Şehrin ortasından ayrılan iki devlet. Kıbrıslılar Kıbrıs doğumlu olmak kaydıyla Rum Kesimine vizesiz geçebiliyorlar.
KKTC polisi ile hatıra fotoğrafı... 
Sınır kapısının olduğu bölge Lefkoşa'nın tarihi kısmı. Evleri, ibadethaneleri ve sokaklarıyla adeta geçmiş zamanda yaşıyor hissine kapılabiliyorsunuz. 
Ve yine Katedralden çevrilme bir başka cami; Selimiye Camii. 
Yukarıda da bahsettiğimiz 2 büyük camiinden biri olan Selimiye Camii 1206 yılında yapılmış. 
Yine diğeri gibi Katedral mimarisi burada da söz konusu. 
Camiden çıktığınızda sizi böyle bir sokak karşılıyor. 
Ve yine hemen camiye  yakın bir başka sokak.
 Cumbalı evler...
Kıbrıs'a gitmeden önce daha önce bir süre orada bulunan bir yakınım ısrarla Bloom marka greyfurt suyu içmemi istedi. Kağıdı ters yapıştırılmış bu şişeyi zor buldum, içtim. Gidersem tekrar içer miyim? Zor! 

Ve bizimle ilgili olması nedeni ile dikkatimi çeken bina, Adalet Sarayı. Dışarıdan görüntüsü sıcak geldi bana. Mahkeme duvarı ifadesine ters... 
Hz. Ömer türbesi olarak da bilinen bir başka mekana gittik. Hz. Ömer de bir sahabe imiş ancak meşhur 4 halifeden biri olan Hz. Ömer değilmiş. Kıbrıs'a ilk gelen Müslümanların kabirlerinin bulunduğu bir yer.
Hz. Ömer makamı hemen deniz kenarında idi. Bazı arkadaşlarımız suyun cazibesine dayanamadılar. 
Ağa Cafer Paşa Camii. 
Girne limanından şehir merkezine çıkarken rampalı ve taş döşeli bir sokakta yer alan şirin bir cami.
Cafer Paşa hakkındaki kitabe.
Güzelyurt'a da gittik. Suudi Arabistan nedendir bilmiyorum, Kıbrıs'a özel bir ilgi duymuş. Mesela bu cami kralın armağanı imiş. Mihmandarımızın anlattığına göre yol yapımı için de para göndermişler ancak bizimkiler yol yapmamışlar. 

Şeyh Nazım Efendiyi de ziyaret etmek istedik ancak sağlığı müsait değilmiş. Fotoğraftaki piri fani zat ile birlikte Şeyh efendinin tekkesinde bulunan mescitte namazlarımızı eda ettik.
Dönüşte bir şey dikkatimi çekti. Dünyada tek midir bilmiyorum ama Lefkoşa Havaalanı sadece dış hatları olan bir havaalanı.

Gezimiz başta da belirttiğim gibi yaklaşık 36 saat sürdü. Kıbrıs'a hemen her havayolu ile ulaşım var. Konaklamada bizim tercihimiz sadece yatmakla yetineceğimiz için herkese açık olan Girne Öğretmenevi oldu.

2 Temmuz 2012

Bugünün Çocukları

İsterdim ki, çocuğum evin önünde seksek oynasın. Onun da bir Aysel teyzesi, Mihriban ablası olsun, Hacı Arif amca ve Hacı Süleyman amca gibi bakkallardan alış veriş yapsın, namaz vaktinde ekmek almaya bakkala gittiğinde bir süre kapı önünde beklesin; bunları istiyordum. Kibrit camisinde cuma geceleri okunan duadaki nikah yenileme kısmının kendince anlamsız gelmesine kıkırdasın, sıcak teravih namazlarından çıkan cemaate kovasındaki soğuk suyu dağıtan amcayı izlesin istiyordum.

Sokak kenarlarında kaldırımlarla yol arasını bölen ve şırış şırıl akan arkta sanki kendi marifeti ile yarışıyormuş gibi arkadaşlarıyla küçük dal parçacıklarını yarıştırmasını da isterdim çocuğumun.

Artık Play Station oyunları her tarafı fethetmiş. Çocuklar yağmurlu günlerde çıkıp çamurda oynayabilecekleri oyunları oynamayı bırakalı çok olmuş. Hatta güneşli günlerde bile çıkıp top oynamıyorlar. Sanal alemden uzak yapabildikleri tek alternatif eğlence yaz mevsimine mahsus olmak üzere bisiklet kullanabilmek. O da sadece evlerinin çevresinde... Zira aileler güvenmiyorlar; haklılar çünkü şehirler artık güvenli değil...

Acaba bugünün çocukları kendi hallerinden memnunlar mı? Ve yarın onlar da kendi çocukluklarını özleyecekler mi?

Not: Bu yazı 10.10.2009'da yazılmıştı.