28 Şubat 2006

28 Şubat 1997

Tam 9 yıl oldu, 28 şubat 1997 tarihindeki o meşhur MGK toplantısına.

Kuşkusuz o sürecin hedefi dindarlardı. Bunu açıklıkla ifade etmek gerekir. Ve o süreç 1000 yıl da olsa devam edecek denilecek kadar sahiplenilmiş bir süreçti. Dün gibi gelen ama gerçekten uzun bir zaman geçmiş olan o süreçten geriye neler kaldı? O süreç neleri değiştirdi;

1 - O tarihe kadar dindar kesim için Avrupa Birliği önlerindeki en büyük tehditti, düşmandı. O tarihten sonra kurtarıcı olarak görülmeye başlandı. Denize düşenin yılana sarılması misali.

2 - 28 Şubat öncesi dindar kesimde ciddi bir rehavet oluşmuştu.
Özellikle '80 sonrasının politikadan uzaklaştırma uygulaması neticesinde dindar kesim her şeyin istedikleri gibi olduğu varsayımıyla hayatlarına devam ediyorlardı. İmam hatipler başarılıydı, oralar "bizim okullar"dı. Kur'an kurslarına karışan yoktu, legal ya da illegal olması önemli değildi. Başörtüsü serbestti. Herkeste bunun rehaveti vardı. O günden sonra gerçeklerin çok farklı olduğunu gördü dindar kesim.

3 - Gerçekleri görmek yaradı mı peki? Çok küçük bir kesime yaradı belki ama büyük bir kesim için ne yazık ki yaramadı. Dik duruş sergilenemedi. Taviz üstüne tavizler verildi. Üstelik o kadar alakasız tavizlerdi ki bunlar, bir kesim dindarları aşağılayıcı bile oldu diye düşünüyorum. Ayrıca o süreçle dindarllık yozlaşmaya başladı.

4 - Dindar kesim bu süreçten biraz da paranoya ile çıktı ne yazık ki. Her hareketinin, her görüşmesinin kısaca her yaptığının gözlemlendiğini ve aleyhine kullanılabileceğini düşündü. Aslında 28 şubatçılar bir konuda daha başarılı olmuşlardı böylece, paranoyak bir dindar toplum oluşturmuşlardı.

Benim görüşlerim, düşüncelerim bunlar... Elbette eklenebilecek çok şey var. Bu konu da bu kadar sığ değil ama benim amacım burada her konuya en detaylı şekliyle yaklaşmak değil. Sadece yapabilidğim kadarıyla akla kapı açabilmek ve konuyu yorumlarla zenginleştirebilmek.

27 Şubat 2006

Beyazıt Meydanı

Aynı duyguları paylaştığımız, aynı dönemlerde farklı fakültelerde ama aynı üniveristede okudumuğumuz bir arkadaşımın kaleminden Beyazıt Meydanı.


BEYAZIT MEYDANINDA KENDİ AYAK SESLERİNİ DİNLEMEK

İstanbulda yaşanabilecek en istisna duygu, beyazıt meydanında sabah erken vakitlerde kendi ayak sesini dinlemektir. Bu meydanı başka şekilde terkedilmiş bulamazsınız. En sevdiğiniz kadını hiç istemediğiniz bir zamanda bile kabul edebiliyorsanız, beyazıt meydanını da o kadar bencilce sevebilirsiniz. Farkında olmadan hem de.

Gündüzleri herkesin, öğrenci, işsiz, seyyar satıcı, turist, fahişe, protestocunun vazgeçemediği bir saray kadını, geceleri ise hiç kimsenin yüzüne bakmadığı ihtiyar bir hizmetçiye döner, beyazıt meydanı.

Güvercin seslerinin uzaklaştığı zamanlarda, meydanın parke taşlarındaki ıslaklık tüm şehre bir kuzey ülkesi görüntüsü verir. Sisli havalar beyaz gecelere döner, yaşamak herkes için biraz daha duygusal temalar işlemeye başlar. Sabah gün ışıklarıyla birlikte savaş muhacirlerinin göç yollarını andıran beyazıt meydanı, Vezneciler durağı ve Haşim İşcan'da otobüsten inenlerle, üniversite tramvay durağının yolcularının "doğu"ya gittikleri ironik bir sembol cümbüşünü yaratır. Beyazıt meydanı...

Öğleye doğru nefes alma vakti bulan bu meydan hiçbir zaman kendi gururunu yaşayamaz. Arkasında dört yıl boyun eğerek altından geçtiğim İstanbul Üniversitesinin "üniversite" denince akla gelen ilk imaj olan muhteşem kapısının ağırlığı altında ezilir, camiin gölgesinde erir, Sahhaflarda yayılan kitap kokusu ile büyülenir, Çınaraltının "old fashion" tutkusu ile bir divan şairini anımsatır.

Beyazıt Meydanı, Çemberlitaş'tan açılan koridorla başlayan bu sonsuzluk ülkesinde, yaşamı insana hizmete dönüştüren nice envanteriyle bir büyü kuşağı oluverip biter. Kış akşamlarının sararan kentinde güneş batarken Çemberlitaş'tan Beyazıt'a yürümek yalnızlığımı sevdiğim, kendimle en hoşnut olduğum tek vakitlerdir. Herhangi bir kent ortaoyununu seyredip yaşadıktan sonra hüzünlü olan herşeyi yaşamın vazgeçilmez bir yüzü sayarak bu saatlerde yalnız kalmanın derin bir keyfi olur bende. Sarıldığım tüm dostlarım ayrılır, ardından koştuğum bütün trenler uzaklaşır ve nihayet saatlerce bakıştığımız güneş ufku terkeder.

Mehmet Ali Paşa Medresesinde içilen nargilelerin zihinlerde bıraktığı hoşlukla çıkılan bu yolda, öncelikle yaz aylarında Birlik bahçesinde soğuk su içmek, kitaplara bakmak, yolboyu uzanan gümüş sergilerinde seçme şansını kullanmak, Rusya pazarının yavaşlamasıyla birlikte tavla atmaya başlayan esnafın kanaatkar dünyasının izlemek ve cepte kalan son otobüs bileti ile Bakırköy, Taksim, Eyüp otobüslerinden birine atlayıp ordan uzaklaşmak enfes bir duygudur. Bazen gün bitmez. Ordu caddesinden aşağı güneşle beraber dökülmek, kaldırımları işgal eden doğu bloku kadınlarının elvan çeşit "kürk" pazarlama tekniklerini atlatarak Yusufpaşa'nın yalnızlığından, Haseki'nin durgunluğundan sıyrılarak Fındıkzade'de marjinal şeyler takılıp, Şehremini, Çapa, Topkapı'ya kadar da yürümek mümkün tabii.

Aslında Beyazıt Meyadanı'nın herkesle paylaşılmayan bir tutkusu daha var. O muhteşem üniversite kapısının arkasındaki kampüs ağaçları altında oturmak, uzanmak, yatmak. Bir çok üniversitelinin yaptığı, en azından yapabilme yeteneklerini yokladığı bu özel anıları paylaşma cesaretini kendimizde bulmamız güçtür. Paylaşanlar anlatırsa natürellik dağılmamış olur.

Meydanın daha arkasında ise koca bir kültür var. Vefa-Süleymaniye. Derse girmeyi değil "kırık" yaşamayı seven öğrencilerin okey, tavla oynadığı, karın doyurduğu, "not" peşinde koştuğu dev bir arkabahçe Vefa-Süleymaniye. Yabancı Diller okuluna açılan bu koridorda onlarca cafe, pideci vb " suç odağı" mahaller en tatlı anıların bırakıldığı yerlerdir. Benim arkadaşlarımın anılarının kaldığı yerler Özlem ya da Sarmaşık'ta okey oynamak, Saray'da pide yemek, GençlikCopy'den not toplamaktır sanırım. Bu meydan böyle bir güzellemedir şehrin aynasında duran. Bu meydan da her güneşle beraber ayak sesleri birbirine karışır. Sen, ayak sesini dinlemek istersen, çok daha erken çık meydanlara...

10 Temmuz 2002 / Ankara - Veysel ÇIPLAK

26 Şubat 2006

Sanat! Kim İçin?

Lisede edebiyat derslerinin en vazgeçilmez tartışmalarından biriydi, sanatın kim için yapılacağı? İki görüş vardı, sanat sanat için yapılır diyenler ve sanat halk için yapılır diyenler.


Bu gece katıldığım
proğram beni o derslerimize götürdü biraz da. Ahmet Özhan sahnedeki performansı ile, sesi ile bütün izleyicileri büyüledi adeta. Sesini kullanmasını çok iyi bilen sanatçılardan biri, çok iyi eğitilmiş güzel bir sese sahip. Ekibinin de hakkını vermek gerekir elbette. Ben oldum olası ekip halindeki çalışmalara gıpta ile bakarım. 20 kişi aynı notaları farklı enstrümanlarla birbirlerine muhalefet etmeden çalıyor ve dinletiyorlarsa bu emeğe saygı duymak gerekir. Ahmet Özhan'ın tasavvufi terbiyesinin ise konuşmasından duruşuna kadar hareketlerindeki nezakete kadar yansıdığını da zikretmeden geçmemek lazım.

Ve bu insanların, yıllar önce edebiyat dersindeki tartışmada edebiyat hocamızın sanatın ne için yapıldığına dair fikrimi sorduğunda verdiğim cevaptaki amaç için yaptıklarını düşündüm ben de; icra ettikleri sanatlarıyla SANAT, SANATKAR İÇİN YAPILIR diyorlardı adeta.

25 Şubat 2006

Yeni Türkçe

Zamanın birinde meclis kürsüsüne çıkan siyasetçilerden biri şu sözü söylemiş; "Lisanımızdaki Arapça ve Farsça kelimeleri ihraç edelim." Tabii Osmanlı döneminden kalma o siyasetçi muhtemelen görevlendirilmiş olarak böyle bir düşünceye girdiğinden kullandığı kelimeler de tamamen Arapça olmuştur ama farkında da değildir.

O günden bugüne neler değişti? Lisanımızdaki Arapça ve Farsça kelimeler ihraç oldu. Yerine Fransızca, İngilzce ve sair ecnebi dillerinden kelimeler girdi. Önceki gün katıldığım bir toplantının adı Tea&Talk idi. Elbette buna "çaylı sohbet" gibi ya da daha farklı Türkçe bir isim de bulunabilirdi ama nedense artık Tea&Talk demek daha mı cazip geliyor, nedir bilmiyorum! Zaten bu yazıyı kaleme almaya karar vermeme de o günkü toplantının bu şekilde vasıflandırılmış olması idi.

Onu da bıraktık, bunu düşünürken, aklıma yaklaşık bir ay önce, sanıyorum Emre Aköz'ün kaleme aldığı, benim ise sadece o gün yazısından kopyalayıp bir tarafa kaydettiğim sözcükler hatırıma geldi birden. Türkçenin kendi kelimelerini de bozduk. İyi mi? Nişantaşı, Akmerkez ve Bağdat Caddeli gençlerimiz özellikle de bayanlarımız artık bu tarz konuşuyorlar. İşte o yazıdan seçmeler;

Alocuuumm : alocuğum (yani telefon arkadaşım)

İnanmıyoroaam (inanmıyorum.)
Ban iyyiam, san? (ben iyiyim, ya sen?)
Ay cıttan yaaneee (ay cidden yani.)
Narde okuyosssuan? (nerede okuyorsun)
Lütfaaan (lütfen)
Vıraenç duryo dı mıa? (iğrenç duruyor değil mi?)
Vet, boyfrand yüzünden labilir mia? (evet, sevgilin yüzünden olabilir mi?)
Ay hadi öptüm şekaar (ay, haydi öptüm şekerim)
Manita yapmışım' (flört edecek birisini bulmuşum)
Aklımdasın yapmak (seni unutmadım mesajı vermek için telefonu çaldırıp kapamak)
Nerdeyim oldum (nereye geldiğimi şaşırdım)

'Lütfen' yerine 'lütfaan', 'ben' yerine 'ban', 'sen' yerine 'san', 'şeker' yerine 'şekaar'.

Bir milleti bir arada tutan unsurların en önemlilerinden olan dilimize sahip çıkmaya gayret edelim inşallah. Bu vesile ile küçük bir tavsiye; Türk Dil Kurumunun resmi web sitesine e-postanız ile kaydolduğunuz taktirde adresinize her gün iki kelime gönderiliyor. Hiç olmazsa kelimelerin doğru kullanımını öğreniyoruz.

22 Şubat 2006

Yalnız Yaşamak


Yalnız yaşamak,
Hiç bir şeyi paylaş(a)mamak demektir.
Dolayısıyla bencilleşmek demektir.
Bağımsızlık demektir.
Sabahları, başınızda dikilen bir çocuğun sesi ile değil de dijital bir sesle uyanmak demektir.
Akşam eve girdiğinizde elektrik düğmesini aramak demektir.
Açlığınızı hissetmemeye çalışmak demektir.
Mutfağa elinizden geldiğince uğramamak demektir.
Telefonlarınızı da kapattığınızda dünya ile alakanızın kesilmesi demektir.
Saniyenin sesini duymak demektir.
Çiçeklerle konuşmak demektir.
Sabah evden çıkış ve akşam eve giriş saatlerinizin belirsiz olması demektir.
Özel hayatınızın olmadığının düşünülmesi demektir. (Gecenin bir vakti telefonunuz çalabilir.)
O'nu zikretmek ve hatırlamak için bol vakit demektir. (Değerlendirebilene.)

21 Şubat 2006

En iyisi Dışişleri'ni Washington'a bağlamak

Türkiye'nin dış politikasına ve son günlerin en tartışılan konusuna, HAMAS'ın Türkiye ziyaretine ilişkin Sabah gazetesinden Ergun BABAHAN'ın yorumu, okumalısınız...

18 Şubat 2006

İçermek mi? İçerilmek mi?

İçermek mi? İçerilmek mi? Ne dersiniz?
Toplamda hangisi ağır basıyor? Bu soruyu nasıl açabiliriz ki doğru tahlili yapabilelim? (Zihnimi meşgul eden bir soruyu sizlerle paylaşmak istedim.)

17 Şubat 2006

Marangoz Hatası (Ek: NFK Hatırası)

Başlığı gördüğünüzde eminim, ya kitaplığımda bir sorun olduğunu ya da mutfak rafımın hatalı olduğunu düşündürtmüştür size. Oysa olay çok farklı. Bu tabiri Türkiye'deki hukukçular çok iyi bilirler. Hukukla marangozun alakası ne demeyin, anlatayım.

Bilindiği üzere yargının üç temel öğesi bulunmaktadır, bunlara üçlü saç ayağı da denmekte. Birincisi hakim-yargıç, ikincisi savcı-müddeiumumi, üçüncüsü de avukattır. Savcı devlet adına iddiada bulunur, davayı açar, hakim de karar verir. Bu arada ise araya bir avukat girer, ya da girebilir diyelim biz. Oysa savcı ile hakim ne güzel baş başa vermişlerdir, işi bitireceklerdir, ne gereği var bu avukatın? Bu Türkiye tarzı bir düşünce tabi. Avukat ise savunma ayağıdır, üçlü saç ayağında. Şimdi bizim Türkiye’de mahkemelerimizde hakim ortada oturur, sağında ve aynı kürsüde iddia makamı olan savcı oturur. Tabi bu kürsü dediğimiz, yerden 1 metre kadar yüksektedir ve tahtadan yapılır genelde. Hatta staj eğitim merkezimizde iken bir hocamız, bir vilayetn ağır ceza mahkemesinin salonuna bu kürsünün altından girildiğini anlatmıştı, çok gülünç değil mi? Bizim gariban avukatımız ise şikayetçi vekili olsa bile yani o da bir iddia eden konumunda olsa bile aşağıda daracık bir masanın arkasında oturtulur. Tabi esasında mesele avukatın aşağıda olması değil, savcının yukarıda olmasıdır. Hatta öyle ki, hakim(ler) karar vermek için celseye 5 dakikalık ara verdiklerinde bile savcımız orada oturmaya devam eder. Bu ne demektir? Hukukta çok şey demektir, hakimin etki altında bırakılması demektir, vs. vs. İşte marangoz hatası denilen konu budur, yani savcının hakimin yanında oturtulması meselesi.

Çok detaya girmeye gerek olduğunu sanmıyorum, girsek sonu gelmez çünkü. Anlatmak istediğim sadece Türkiye’deki hukuk anlayışının birçarpıklığını göstermekti. Bu hakimin yanında oturan savcılarımıza genelde bir, iddiayı hazırlarken bir de son karar verilirken ihtiyaç duyulduğundan onlar da çoğu zaman duruşmalar da ya uyuklarlar, ya cep telefonları ile oyun oynar ya da mesaj atarlar. Son zamanlarda artık laptopları da olduğu için MSN’den sohbet edenlerin olduğunu da biliyorum.

(Not: Yazımı okuyan değerli bir dostum bu konuda Necip Fazıl'ın da bir hatırasının olduğunu hatırlattı bana. Malatya davasında üstad savunmasını yaparken bakın ne demiş?)

Necip Fazıl: -Usule ait gayet mühim bir nokta arz edeceğim. Başlangıçta garip görünse de dinlenmesini istirham ederim. Hapishanelerde sanıklar ve hükümlüler 'müdde-i umumi' tabirini 'müddeyum' diye telaffuz ederler ve kendileriyle düşüp kalkan, cezalarını infaz ettiren, idam ipini çektiren 'müddeiyum' olduğu için onu adaletin başlıca temsilcisi sayarlar. Mahkeme hey'etine de adeta onun bir nevi zabıt katipleri gözüyle bakarlar. Halbuki memleketimizde bazı hukukçuların bile tam manasiyle kestiremediği bir hüviyet olarak savcı, taraflardan biridir ve Batı dünyasında olduğu gibi mahkeme huzurunda yeri sanıkların yanı başıdır. Bu makamda da sanıkların her türlü hücum ve taarruzuna açık hedeftir. Bu bakımdan yüksek adalet temsilcilerinin huzurunda tıpkı sanıklar gibi davalı, davacı ve amme müdafiliğinden ibaret üç unsurdan biri olarak parmağını kaldırıp izinle konuşması ve mahkemenin cereyan şekli üzerinde asla müessir rol oynamaması icap eder. Halbuki hakimlerle aynı sırada ve seviyede oturan bizim 'müdeyum'lar, sanıkları susturmakta hakimlerin kulağına eğilip laflar fısıldamakta mübaşire emirler vermekte, adeta duruşmayı idare rolüne bürünmektedir. Yağma yok efendim; bundan böyle yanımıza gelip mevki almasalar da, oturdukları yerden hüviyet ve salahiyetlerini bilerek hareket etmeleri ve her tezahürlerini yüksek heyetinizden müsaade alarak meydana getirmeleri lazımdır. Ve iyice kavramaları gerektir ki eğer hakimlerle aynı sırada oturuyorlarsa, bu, bir hukuk anlayışsızlığının marangoz hatası şeklinde tecelli etmiş ifadesidir.

15 Şubat 2006

Blog

Dün akşam, blogumu da yakından takip eden bir grup arkadaşla beraberdik. Tabi söz dönüp dolaşıp benim bloguma gelince tepkilerini öğrenmek istedim. Öncelikle üslubumun biraz ukala olduğunu söylediler, küçümseyen bir üslubum varmış. Bir arkadaşım ise astiğmat olduğunu ve yeni görünümün gözüne yaramadığını, bir diğeri yazıların küçük olduğunu söyledi. Bir başka arkadaşım ise içeriğin kendine hitap etmediğini söyledi, bu yüzden çok sıkı takip etmiyormuş o.

Ben bu blogu -biraz bencil bir düşünce ama- esasında önce kendime faydam olur düşüncesi ile açtım. Burada, herkesin ulaşabileceği bir ortamda yazacaklarımın beni araştırmaya yönlendireceğini dolayısıyla bunun kendimi geliştirmeme katkı sağlayacağını düşündüm. Ayrıca yalnız yaşayan biri olarak duygu ve düşüncelerimi paylaşmak gereğini bu vesile ile giderebileceğimi düşündüm. Neticede günde yaklaşık 20-30 arasında ziyaretçi çeken bir blog oldu ve etrafımdan alabildiğim genel tepkilerin olumlu olmasından da memnuniyet duydum. Fakat bu ne zamana kadar devam eder, eder mi etmez mi onu da bilemiyorum.

Blogun güncelliğini koruyabilmesini istiyorum. Sadece benim yazdıklarım değil, sizlerin yorumlarınızın da buna katkı sağlayacağını düşünüyorum. Ben hemen her gün bir şeyler eklemeye çalışıyorum ve buna elimden geldiğince devam edeceğim inşallah.

Bu vesile ile sizlerin de blog hakkındaki görüşlerinizi bekliyorum.

Evet, böylece bugün de güncelliğimizi korumuş olduk işte ;)

14 Şubat 2006

Entegrasyon mu tahammül mü?

Hürriyet gazetesinden Ferai Tınç. Güzel bir bakış açısı.

14 Şubat Münasebeti İle

Peygamber (S.A.S.) sahabelerin ifadesi ile hanımlarıyla en fazla şakalaşan kişiydi. (Kaynak; Hasan B. Süfyan Müsnedi'nde aktarılmıştır; Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 2. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s.105) Rivaytlerde, hanımları ile oyunlar oynadığı, koşu yarışları yaptığı da belirtilir. Ayrıca Hz. Aişe'den rivayet edildiğine göre, Peygamber Efendimiz,"hanımlarına karşı insanların en yumuşağı, en kerimi, güler yüzlüsü ve mütebessim olanı idi." Bir başka Hadis-i Şerifinde; "En olgun imana sahip mümin huyu en güzel ve ailesine karşı en nazik, lütufkar olanıdır", bir diğerinde ise; "En hayırlınız, hanımlarına en hayırlı olanınızdır. Ben hanımlarına karşı sizlerin en iyisiyim." buyurmuştur.

Eşler arasındaki münasebetin hadislerde de görüldüğü üzere nasıl olması gerektiği Hz. Muhammed (S.A.S.) tarafından bize gösterilmiştir. Elbette bu ilişkileri tek günle sınırlandırmamak gerekiyor. Ancak bunun yanında yine Hadis-i Şerifte "hediyeleşin, birbirinizi sevin. Birbirinize yiyecek hediye edin. Bu, rızkınızda genişlik hasıl eder" buyurulduğu da unutulmamalıdır. Dolayısı ile kanaatimce madem böyle bir gün öyle veya böyle varsa, çıkmışsa, çıkartılmışsa ve insanlar bugünlerde bir beklenti içinde iseler, hediyeleşmeliler. Ancak bunu hiç olmazsa Allah rızası için, zikrettiğimiz hadise uymak niyeti ile ve tüketim çılgınlığının teşvikçisi ya da uygulayıcısı olmadan yapmak gerektiğini düşünüyorum.

7 Şubat 2006

Karikatür Krizi

Bu sitenin ana konularından biri de, takip edenlerin bileceği üzere 'Peygamber Sevgisi'dir. Son günlerde müslümanım diyen herkesin ve hatta dünyanın gündeminde malum karikatür krizi var. Ve ben işin açıkçası başından beri bu konuya nasıl bir tepki gösterilmesi gerektiği konusunda tereddüt yaşıyordum. Az önce bloglardan birinde rastladığım bir yazı üzerine hiç olmazsa benim de buradan bir şeyler yazarak tepkimi göstermem gerektiğini düşündüm ve bu yazıyı kaleme almaya karar verdim. Gerçi yukarıda linkini verdiğim yazıyı yazan arkadaşımız yazılması gerekenleri de yazmış ama ben de bir iki hususa değineyim.

Elden ele dolaşan maillerle CNN ve BBC gibi önde gelen medya kuruluşlarının düzenlediği anketlere verilen tepki gerçekten iyiydi. CNN'deki en son durum % 91'e % 9 idi sanırım (karikatürün yayınlanıp yayınlanmaması ile ilgili bir anket.) Ancak bunlar bana kalırsa çok da etkileyici olmuyor, çünkü batı toplumu için o karikatürün yayınlanması ile yayınlanmaması arasında çok bir önem yok. Asıl sorun, medyanın kendisinde ve yöneticilerde. Yani ortada bir kasıt var. Yangını söndürme değil, daha da artırma isteği var. İşte bu noktada yukarıda bahsettiğim yazıda eleştirilen husus devreye giriyor. Yani hükümetin tepkisini net bir şekilde ortaya koyabilmesi konusu.. Fakat bu konu öyle ince bir siyaset ve diplomasi gerektiriyor ki; öncelikle kendi halkını tahrik etmeyeceksin, bu çok önemli. Medeniyetler birliği için uğraşılırken medeniyetler çatışmasına neden olacak açıklamalar yapılmamalı. İkincisi ise, bu tür söylemlerin, tepkilsel ifadelerin neticeisnde bir yaptırımınız olamayacaksa güç kaybetmekten ve şovenist görünmekten başka bir şey kalşmaz elinizde. Dolayısı ile ince bir diplomasi gerektiren bu hususta hükümetin zaman kaybetmeden harekete geçmesi gerektiğini ben de düşünüyorum.

Evet, insanın S.Nursi'nin bir zamanlar Anglikan Kilisesi'nin başpapazının sorduğu soraulara verdiği o cevabı veresi geliyor ama.... "...Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!.."

5 Şubat 2006

Mutluluğun Sırrı; KANAAT


Evimde bir toplantı, yemek ya da sohbet sonrası temizlik için saatlerce uğraşıyorsam “Çok arkadaşım ve dostum var demektir”.

Zor da olsa faturalarımı ödeyebiliyorsam “bir işim var demektir”.

Pantolonum biraz sıkıyorsa “aç kalmıyorum demektir”.

Gölgem beni izliyorsa, “güneş ışığı görüyorum” demektir.

İş yerimin yolunu uzun buluyorsam “yürüyebiliyorum demektir”.

Hükümeti eleştirebiliyorsam “konuşma özgürlüğüm var demektir”.

Doğalgazı ödeyebiliyorsam “ısınıyorum demektir”.

Yığınla yıkanacak ve ütülenecek varsa “çok giyeceğim var demektir”.

Nefes alıyorsam “yaşıyorum”, akşam eve yorgun argın geliyorsam “bugün üretken olmuşum demektir”.

“Ve tüm bunların farkındaysam mutluyum demektir”

(Zaman Gazetesi Ailem ekinden)

"O'nu tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa
bahtiyardır..." S.Nursi.

4 Şubat 2006

Rahmetle Anıyoruz

Dün yolcularının büyük kısmı Mısırlı hacılardan oluşan gemi Kızıldeniz'de battı. 1272 yolcusu ve 96 mürettebatı bulunan gemiden en son 435 kişinin kurtarılıdığını biliyoruz. Hepsini rahmetle anıyorum.

Bu vesile ile değinmek istediğim bir konu daha var. Bizim basının bu konuya yaklaşımı gerçekten ibret vericiydi. Filipinlerdeki stat kazası neticesinde 88 kişinin ölmesi nedense medyamızın daha çok ilgi alanına girdi. Gemi kazası batı denizlerinden birinde meydana gelmiş olsaydı neler olurdu acaba diye düşünmeden edemiyorum. Nasıl dramatize edilerek anlatılırdı acaba?